‘Aktif tarafsızlık’ Atlantik’e teslimiyettir
Ukrayna krizinin başından itibaren Hükümet ve Hükümet’e karşıt kesimlerin bu krize yaklaşım konusunda genel çizgilerde birleştiklerine şahit oluyoruz. Hükümet çevreleri, “Ukrayna’dan da Rusya’dan da vazgeçemeyiz” ifadesiyle vücut bulan bir çizgiyle “tarafsızlık” politikasını uyguluyor. Dikkat çekici ve üzerinde düşünülmesi gereken nokta şu: Bütün eylemlerini, bizzat ABD Başkanı Biden’ın belirlediği “Erdoğan gitsin” siyasetine göre belirleyen muhalefet de ana hatlarıyla Hükümet’in çizgisini destekleyen bir tutum izliyor. Biden’dan iktidar bekleyen muhalefet, “aman Rusya için ABD’yi ve AB’yi karşımıza almayalım” diyerek açıkça Hükümet’i daha fazla Batı yanlısı tavır almaya çağırıyor. Atlantik siyasetine karşı olduğunu savunan bazı çevreler ise sadece Ukrayna krizinde değil, mesela Asya ile Atlantik arasında bundan sonraki mücadele cephelerinde de Türkiye’nin “aktif tarafsızlık” tutumu alması gerektiğini iddia ediyor.
Önerilen bu politikanın uygulanırlığı ve sonuçlarının ne olacağını anlamak için ilk olarak, Türkiye’nin tehdit önceliklerinin ve kaynaklarının doğru bir şekilde saptanmasına ihtiyaç var. İkinci olarak, Ukrayna krizi dolayısıyla daha somut bir şekilde ortaya çıkan dünya çapındaki cepheleşmede Türkiye’nin konumunu ele almak gerekiyor.
ATLANTİK DERSLERİ
Türkiye’ye tehdit nereden geliyor? Sadece Türkiye’nin etrafındaki Amerikan üsleri haritasına bakmak yeterli. Ama diyelim bununla ikna olmadınız, o zaman Türkiye’nin Batı kampına katıldığı 70 yıllık süreci, özellikle son 30 yıldır Washington’un izlediği Türkiye politikasının ana hatlarını inceleyelim. Bu süre boyunca farklı partilerden Amerikan yönetimlerinin Türkiye politikası esas olarak aynıydı. Türkiye’ye, “NATO vasıtasıyla Rusya, Çin, İran, Irak, Suriye gibi ‘öcü’lere karşı güvenlik sağlamak, AB üyesi ve Batı’nın bir parçası olmak, dünya ile bütünleşmek ve bu yolla refaha kavuşmak” şeklinde özetlenebilecek program dayatılmıştır. Ancak Türkiye, bu programın sonucunda, güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere birçok alanda büyük kayıplar vermiştir. Türkiye’yi Atlantik kampı içinde tutmak için uygulanan havuç ve sopaların hedefi ortaktır: Milli devletin tasfiyesi, milli kimliğin çözülmesi ve üniter sistemden vazgeçilmesi…
Devlet içine yerleştirilen FETÖ’cü Gladyo’nun patronu NATO ve ABD’dir. Yine toprak bütünlüğümüze yönelik sıcak tehdit ABD’den gelmektedir. Türkiye 40 yıldır ABD’nin önceden örtülü olarak, bugün ise açıktan desteklediği ayrılıkçı terör örgütüne karşı mücadele etmektedir. Türkiye, bölgemizdeki 4 ülkeyi bölmeyi amaçlayan ABD’nin İkinci İsrail projesine karşı hem ülke içinde hem de Irak’ta ve Suriye’de de, mücadele vermektedir. Bugün ayrıca, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta ve Ege’de Türkiye ABD silahıyla tehdit edilmektedir.
Ancak devlet ve toplum içinde bu sürece direniş de olmuştur. Bu politikalara direnen siyaset, askeri ve sivil bürokrasi, sendika, kitle örgütü, medya ve iş dünyasının öncü kesimleri suikastlere uğramış, hapislere atılmış ya da değişik yöntemlerle bulundukları konumlardan tasfiye edilmiştir. Bu aslında ABD ile Türkiye arasında adı konulmamış bir savaştır. 30 yıldır yoğunlaşan bu mücadelenin galibi Türkiye’nin milli kuvvetleri olmuştur. ABD’nin, FETÖ ve PKK’ya, Türk milletinin gözüne sokarcasına verdiği desteğin nedeni de budur.
NATO üyeliğini sürdüren Türkiye, boş vaatlerle AB kapısında bekletilmekte, böylece çıkarlarına uygun ortaklıklara girmesi de önlenmektedir. Kısaca, Türkiye Atlantik kampı içinde egemenliğini, bağımsızlığını, kimliğini ve milli devletini kaybetmektedir.
DÜNYADAKİ CEPHELEŞME
Gelelim dünyadaki cepheleşmeye. Atlantik doktrinlerinde “serseri devletler” olarak öcüleştirilen devletlerden Türkiye’ye herhangi bir tehdit gelmiyor. Tam tersine son dönemde daha berrak bir şekilde açığa çıktığı gibi bu ülkeler ile Türkiye’nin çıkarları ortaktır.
Dünyadaki cepheleşmeyi tanımlarken, büyük güçler arasında jeopolitik güç mücadelesi ya da çok kutupluluk kavramları kullanılıyor ama bu tarifler, bazı yanlış anlamalara neden oluyor. Bunlara göre, ayrı kutuplar olarak nitelenen Rusya ve Çin, ABD ile eşitlenmekte, “Türkiye bütün bu kutuplara karşı eşit mesafede yer almalı” gibi savlar ileri sürülmektedir. Hatta bazıları “Türkiye de kendi başına ayrı bir kutuptur” diye hamasete başvurmaktadır.
Çok kutupluluk deyince, Soğuk Savaş dönemindeki, SB/Varşova Paktı ile ABD/NATO, yani iki büyük emperyalist kamp arasındakine benzer bir saflaşma akıllara gelmektedir. Oysa bugünün o zamandan farkı, askeri ve ekonomik gücüyle Atlantik ile dengeyi sağlayacak ölçekte, tek başına bir devlet ya da paktın bulunmamasıdır.
ABD gerilemekte ve hızla güç kaybetmektedir. Ancak, hala dünyanın en büyük askeri gücüne sahiptir ve dünya efendiliği iddiasını sürdürmek için ataklar düzenlemektedir. Rusya ve Çin, gelişen dünyanın askeri ve ekonomik bakımdan büyük güçleridir. Ancak Rusya ve Çin de diğer gelişen dünya ülkeleri ile birlikte parçalanmaya çalışılmaktadır.
Dünyadaki saflaşmayı, “parçalayanlar ve parçalanmak istenenler arasında” ya da “emperyalist kamp ve gelişen dünya ülkeleri arasında bir cepheleşme” diye ifade etmek daha doğrudur. Bu saflaşmada gelişen dünya ülkelerinin, her birinin farklı öncelikleri olsa da emperyalist hegemonyaya karşı çıkarları ortaktır. Gelişen dünyada öncü konumunda yer alan Rusya, Çin, İran, Pakistan, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin milli devletlerini koruma ve kalkınma için güçlerini birleştirmek dışında bir yol yoktur. Bu yüzden, parçalayanlara yani emperyalizme karşı ortak bir cephe inşa etmeleri, bağımsızlık ve egemenliklerini korumak için zorunludur.
Türkiye bu cepheleşmede emperyalist kampın ilk olarak devirmek istediği ülkeler arasındadır. Emperyalizm ile uzlaşma yoluyla kazanabilecek bir başarı yoktur. Emperyalizmden medet uman mahv ve perişan olur. Bu nedenle Türkiye’nin Atlantik’ten gelen tehdide göre mevzilenmesi, buna uygun ittifaklar kurması gerekmektedir. Bu koşullarda, Türkiye için “tarafsızlık” politikası pratikte Atlantik’e teslimiyetten başka bir anlam taşımamaktadır. Sorunlarımız, hamasetle değil akıllı, tutarlı ve ayakları yere basan doğru stratejiyle çözülür.