Amerika’da yaşanır mı, yaşanmaz mı?..
'Kurtuluş Savaşı’nın kanlı destanıyla kurulmuş Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkıcılara kolayca teslim edebiliyorsanız, aha Amerika orada!..'
Amerika gerçekten “fırsatlar ülkesi” mi ve de “demokrasinin beşiği” mi?
Bu soruların çok farklı yanıtları var... Bu sayfada, 9 gün boyunca Amerika’yı anlatırken siyasete girmemeye çalıştım... Amacım, okumak kadar gezmenin ve görmenin de insanın yaşama bakışı açısından ne kadar önemli olduğunu anlamak ve anlatmaktı...
Aksine; hedefim El Kaide, IŞİD ve PKK gibi terör örgütlerine yönelik sorunlu bakış açısı nedeniyle sık sık eleştirdiğim ABD politikalarına kimi çevrelerin ezeli hayranlığını anlatmak değildi...
Ancak aynı zamanda, dünyanın jandarmalığına soyunması nedeniye tepkimi saklamadığım bu ülkeyi çocukluğumdan bu yana görmeyi istediğimi de vurguladım... Bu dizi yazısı işte bu nedenle tarihi-turistik gezi notları tadında bırakıldı...
Oraya gidişimin asıl nedeni oğlum Murat’ın hukuk masteri yaptığı üniversiteden mezuniyetiydi... İşte “okyanus ötesi”ni ya da “Sam Amca”nın bu devasa ülkesini görme fırsatını oğlumun oradaki varlığı verdi bana...
Diğer gidiş gerekçem ise farklı ülkelerin sosyo-kültürel yapılarını, tarihi-doğal dokularını görmek, insanları tanımak ve bunları gidemeyenlere-görmeyenlere aktarmak merakımdı...
Velhasıl, ABD’deki doğal güzelikler, tarih ve kültür fışkıran müzeler ve kentlerdeki mimari ihtişama yönelik saptamalarım Beyaz Saray’ın sınırsız iradesinin hep eleştirdiğim politikalarına methiya yazmak amacı taşımadı... Bunu da yapmadım zaten...
İNSANA ADANAN ŞEHİRLER
Evet, Amerika devasa ve kimi yönleriyle de güzel ve çekici bir ülke... Uçsuz bucaksız ormanları, katledilmemiş doğal varlıkları, insanların kendiyle barışık olması, çevreye saygı, herkesimin yaşama tutunma çabaları, demokrasinin her bireye aynı uygulanması ve kişiler arasındaki bürokratik farklılıkların reddedilmesi nedeniyle de çoğu insanı çekiyor içine...
Denize, nehirlere, göllere, sınırsız ormanlara, yeşile, doğal yaşamın bozulmamış varlıklarına yönelik ilgim nedeniyle de olsa, beton ve gökdelen cehennemi New York’un aksine, Boston, Pheladelphia ve Washington gibi kentlerin insan için yaşanılacak yerler olduğunu gördüm...
Mimari duruş ve kentleşme düzenleri, tarihin ve kültürün korunması, sanata büyük önem verilmesi, yapılar ve şehirlerdeki ihtişam, ilişkilerdeki sevgi- saygı; tartışılsa da “özgürlük” ve en önemlisi huzur ve rahatlık arayanları ciddi kaygılar beklemiyor oralarda...
Bazı yerlerde küçük protesto gruplarına rastlasak da, Amerikalılar’ın çoğu başkan Trump’la ilgili önyargılı değiller şimdilerde... Ne yapacağını merakla izliyor ve sabırla bekliyorlar... Göçmen sorunu ve işsizlikle ilgili verdiği sözler belli ki huzur arayan Amerikalar için en önemli vaat olmuş...
Dikkatimi çeken olaylar da oldu orada... Bizim gibi neredeyse günün 18 saati “ne olacak bu ülkenin hali” demiyor Amerikalılar... Günün büyük bölümünde bıktırıcı biçimde siyaset konuşmuyorlar, memleket sorunları içinde gerilip travma yaşamıyor, kavga etmiyorlar... Yani herkes, daha ne kadar “güzel, sağlıklı, huzurlu, uzun” yaşarım derdinde ve asıl önemlisi de kendi halinde...
HERKES EŞİT OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR
Sokaklar, parklar, meydanlar, nehir kenarları, sahiller bu yüzden mi sürekli kitap okuyan, dinlenen, spor yapan, bisiklete binen ve müzik dinleyen insanlarla dolu acaba?
Amerika’nın neredeyse gördüğüm her köşesinde birbirine “günaydın” demeyen insana rastlamadım. Güleryüzlü insanlar kendileriyle barışık ve en küçük sıkıntı da söze kesinlikle özür dileyerek başlıyorlar...
Kentlerde çevre büyük oranda temiz... Parklar, sahiller ve meydanlar; Türkiye’de belediye başkanlarının mafyaya ve hemşehrilerle partililere peşkeş çektiği gibi işgal altında değil!
Plajlarda şemsiye ve şezlong tüccarları ve insanı kazıklayan kafetaryalar yok. Herkes sahilleri kullanma konusunda özgür ve değnekçi terörü de yok oralarda...
Çok şaşırdım ki, 30 gün boyunca bir tek eyalette tek kedi ve köpeğe de rastlamadım sokaklarda... Evlerde beslenen hayvanlar da çevreyi rahatsız etmiyor. Ancak sokaklar, parklar meydanlar, sincap kaynıyor... Kaz ve ördek sürüleri kentin canlı süsleri gibi sempati çekiyor ve kimse onları rahatsız etmiyor...
Merkezlerdeki eski ve görkemli evlerle yeni gökdelenlerin dışında, kenar bölgelerde çoğu köşkü andıran bembeyaz malikanalerin çevresi orman ve tamamen çim... Velhasıl tertemiz yaşam alanları doğayı bozmadan süslemiş yaşam alanlarını...
Trafikteki düzene, sokaklarda kavgaya rastlanmamasına, azami önlem alınan güvenlik meselesine, bağnazlıktan uzak yaşam tarzına da bakıldığında, geçiminizi sürdürecek paranız da varsa Amerika’nın birçok bölgesi kimsenin sizi rahatsız etmeyeceği, gerilmeden yaşayacağınız rahatlıkta...
AH ŞU YEMEKLER...
Ancak benim gibi Urfalıysanız, Harran’dan Harward’ın da bulunduğu Boston’a giderek ve orayı merkez tutarak Amerika’ya gezdiyseniz şu yemek ve beslenme konusunda çekeceğiniz var... Özetle gına geldi hamburgerden, pizadan, sandviçten...
Heryer pizzacı Amerika’da... Sokaklarda obez insanların çokluğu da beslenme alışkanlığı konusunda net saptamalar yapıyor...
Ama bu beslenme kültürüne alışmak bizim gibiler için neredeyse imkansız!.. Yani malzeme hep hamursa, üzerine serilen ne olursa olsun sonunda pizza- sandviç-hamburger olduğu için alıştığımız kebap, sebze, çorba, zeytinyağlıları ve sulu yemekleri mumla arıyorsunuz...
Ve de biz oradayken ister istemez herşeyin fiyatını 3.5’la çarptığımız için mi acaba, çok pahalı bir ülke Amerika?..
Amerika’da, genellikle hizmet sektöründe, pizzacılarda, kafelerde, benzincilerde çalışan, limuzin şoförlüğü ve bisiklet kiralama gibi işler yapan Türkler farklı kültür ve ekonomi yapısına nasıl katlanıyorlar doğrusu şaşırdım!..
Otomobil ve benzin ucuz ama onlar karın doyurmuyor orada... Murat her ne kadar “baba bir doları bir lira olarak düşün” diye hep uyarsa da, AKP enflasyonculuğunun Türkiye’yi teslim alan travmasını atamadık üzerimizden!..
Hele de olağanüstü pahalı olan marketlerde bir kilo tatsız domatesin 7 dolar, tek salatalık ve patlıcanın 2’şer dolar, tek portakalın bir dolar, bir demet maydanozun bile 5.5 TL’ye satıldığını düşünürseniz vay halinize...
Marketlerde bir paket makarnanın 5-7 dolar arasında pazarlandığını, tek somun ekmeğinin 4, küçük bir pet şişe suyun sokaklarda 2 dolar olduğuna şaşırmak, karnınızı pizzayla doyursanız bile en az 15 doları ödemek zorunda olduğunuzu anlamak, hemen Türkiye’yi aratıyor size!..
Velhasıl bırakın orada yaşamayı, Türkiye gibi ülkelerden gelenler için turist olmak bile çok zor Amerika’da…
Sakın ola bu örneklere bakarak, kimileri gibi “ama Türkiye’de asgari ücret ne kadar, orada ne kadar ki” gibi absürt bir soru gelmesin aklınıza!..
Çünkü asgari ücret diye bir uygulama yok oralarda... Kaç saat çalışırsan o kadar kazanıyorsun ve ayda 4 bin dolar kazanan bir insanın en az bin 500 - 2 bin doları ev kirasına, 500 doları faturalara vermek zorunda olduğunu da unutmayın...
Amerika’ya gitmeden önce özellikle 15 Temmuz darbe kaosunun ardından sıkça duyduğum “Artık AKP’nin yönettiği bu memlekette yaşanmaz, kaçacağım Amerika’ya” şeklindeki tepkiler orada da geldi aklıma...
CUMHURİYETİ TERKETMEYİN
Evet, AKP ülkeyi kesinlikle yaşanmaz hale getirdi... Ancak şu güzelim Türkiye’de enflasyon hep olsa da, tarım tahribatı hep sürse de, gıda bolluğu ve oraya göre her alanda (yine de) ucuzluğu gözardı ederek, bu ülkeyi terk etmemek lazım bence...
Yok eğer; “bıktım yobazlardan, AKP politikalarından, bitmeyen terör kaosundan ve gelecek kaygısından” diyorsanız, en önemlisi de Kurtuluş Savaşı’nın kanlı destanıyla kurulmuş Atatürk Cumhuriyeti’ni gerici-bölücü-yıkıcılara kolayca teslim edebiliyorsanız, aha Amerika orada!..