Amerika’yı Sevmemek - 2
Harry S Truman’ın amcası Will, geçen hafta alıntıladığım mektubunda “beyaz adam çamurdan, siyah adam tozdan” yaratıldı diyordu. Alçaklığın buncasını batılı beyaz adama borçluyuz. Öyle ya, adına Batı kültürü dediğimiz görkemli anıt, insanlığa sadece büyük kazanımlar hediye etmedi; yanına iki dünya savaşı, müthiş çevre kirliliği ve emperyalizm de paketledi.
Her çağda, ne kadar saklasalar da bir Batılı, korkunç doktrinler, teoriler geliştirdi. Örneğin gel, büyük aydınlanmacı Voltaire’e bakalım hadi. Hani şu çok sevdiğim Candide’sini “il faut cultiver notre jardin” diye bitiren Voltaire; ne diyor yani büyük üstat: “Arka bahçeyi çapalatmak şart!” Cümledeki cultive fiili, bahçe yetiştirmek anlamına geldiği gibi aynı zamanda kültürlü olmak da demek. Bu bağlamda insanın bahçesine bakması, aynı zamanda kitaplarına bakması, tıpkı çiçek büyütür, sebze meyve yetiştirir gibi aynı özveriyi, sabrı ve düzen duygusunu gerektirmektedir. Hakikat dedikleri çetin savaş kulaktan dolma bilgide, verili olanda, televizyon kanallarında, işe yaramaz kimi gazetelerde değil, doğanın ya da bir kütüphanenin görünür görünmez karmaşıklığında gizlidir. Aramak, gözden geçirmek, emek harcamak, çok çaba sarf etmek gerekir. Geçen hafta yitirdiğimiz Oruç Aruoba’nın son fotoğraflarını alıp incele, lütfen yüzüne dikkatle bak. Kendini solcu bellemiş bir sürü beş para etmez haber sitesinin Türk Nietzsche’si diye sundukları felsefecinin ıstırap dolu yüzü bu arayışın ifadesidir işte.
Voltaire’in 1756’da yazdığı Ulusların Töreleri ve Tinleri Üzerine Deneme’sine bak. Aydınlanmacı ne diyor: “Beyazların, siyahların, albinoların, Hotantoların, Laponların, Çinlilerin, Amerikalıların birbirinden tamamen farklı ırklara ait olduklarından kuşkulananlar yalnızca körlerdir.” Okuyup da gözlerine inanamayan, bu Voltaire değildir canım, diye ikna olmayanlar olacaktır. Oysa ikna süreci inanmakla ilgili. Bilgiyse inandıklarını tehlikeye atmaktır. Üstüne ekleyerek değil, yıkarak inşa etmek, baştan başlamak, hesaplaşmak gerekir.
Liste ilk başta ayrıntılı olmasa da daha sonra kendisini epeyce geliştiriyor Voltaire, 1784 yılında ayrıntılara da girmeye başlıyor. Robert Bernasconi, çok ilginç kitabı Irk Kavramını Kim İcat Etti’de, büyük aydınlanmacıdan alıntılıyor, bakıver şöyle: “Sakallı beyazlar, kıvırcık saçlı siyahlar, sarı tenli insanlar ve sakalsızlar aynı soydan gelmezler...” Kıla tüye fena halde takılmış aydınlanmanın büyük fişekçisi, önerdiği hiyerarşik ırk modelinde, Albinoları siyahların altına, Hotantoları maymunların üstüne koyarken “insandan hayvana doğru inen dereceler” hiyerarşisi fikrini savunuyordu. Bu özel modelde hazret, siyahları tabii ki en üstte koymamış fakat lütfedip maymunlarla istiridyelerin oralara bir aralığa uygun görmüştü. En basit hayvandan başlayıp yukarı doğru yükselirken yavaşça beyaz adam olacak, uygarlaşacak, herhalde finalde de ölüm kampları kurup insanların üstüne atom bombası yağdıracaktık. Eh, ne de olsa teknoloji vardı. İnsanları iki aydır eve kapatıp bolca el sabunlamaya, parmak aralarını özellikle unutmamaya iten müthiş bir teknoloji hem de. Üstelik bombacının adının yanına doktrin kelimesi konunca her şeyi normalleştirdiğini düşünen hassas terazi, Voltaire’in bu pasajlarını da bugün görmezden gelmekte, hafifçe üstünü örtmektedir. Teknolojiden daha güçlü olan bir medya vardır cephede. Medya aynı sanat gibi batı için bir cephedir bugün...
Gel biraz daha geri gidelim! Voltaire’den sonra tüm Batı felsefesinin, adının altında bir dipnot olarak durduğu Platon beyefendiye bak. Devlet adlı çok önemli eserinde, beyefendi insanları altın, gümüş, bronz diye ayırır. “En iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri” gerekir ona göre. “Ayrıca en kötülerinin değil, en iyilerinin çocuklarını büyütmeliyiz ki sürünün cinsi bozulmasın. Bunun için başvurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli.” Devlet’te daha ne hazineler var, süper kitaptır. Platon Bey, gümüş sınıf mensuplarının, eşlerini ortak kullanmalarında yarar görmektedir: “Cesur bir askerin, diğerlerinden daha çok sayıda karısı olmalıdır” ki çok çocuğu olsun. Bitti mi, yok, ne bitmesi! Platon’un hocası Sokrates, en verimli hasadın çocuklarının bir arada, devlete ait kreşlerde büyütülmeleriyle alınacağını savunur. O da yetmez sayın okur, kardeşim, ikizim, o da yetmez; beyefendiye göre ebeveynlerin hangi çocuğun kendilerine ait olduğunu asla bilmemesi gerekir.
Batı uygarlığının en “parlak” buluşlarından biri olan Nazilerin Lebensborn’larına (hayat baharı demek Alman dilinde) ne kadar benziyor değil mi? Devlet tarafından çiftleştirilerek ya da kaçırılarak, nasıl olursa olsun fark etmez; üst düzey SS’lerin İskandinav hanımlarla birleşip Ari ırktan çok çocuk yaratmak için geliştirdiği korkunç “medeniyet” projesi. Sloganı da çok kraldır bilsen: “Führer’e bir çocuk bağışla!”
Hatta bak ABBA’nın, sonradan grupla bağlarını koparttığı solisti, Norveçli Anni-Frid Lyngstad, bu tuhaf projenin kimsesiz çocuklarından biridir. Böyle on bin civarı çocuktan biri! O gelişkin Batı medeniyetinin bir parçası işte. Bu çocukların babaları çok özel subaylar olduğunda vaftiz babaları Himmler oluyordu, sadece özel subaylar için tabii. Bu özel çocuklara doğum günlerinde de özel gümüş bardaklar hediye ediliyordu.
Amerika’dan devam edecektik, gelgelelim Batı’nın rezaletleri girdi işin içine. Haftaya şu altın bronz gümüş işinden zenci-beyaz adam ve öjeni meselelerine biraz dalmak istiyorum; kaldığımız yerden devam edeceğiz. Maske takın, çünkü sadece kahramanlar maske takar!