'Anı yaşama'nın getirdiği yumuşak ölüm (TAMAMI)
SEMİH KORAY
[email protected]
'Anı yaşama'nın getirdiği yumuşak ölüm
Kavramlarla düşünme, psikolojide, yetişkin insanlara özgü gelişmiş düşünce biçimi olarak nitelendiriliyor. Kavram oluşumu, doğası gereği dili gerektiriyor. Ancak bir dili konuşmak, kavramla kişi arasındaki ilişkide, kişiyi kendiliğinden kavramın efendisi yapmıyor. Kişi, kavramları bir düşünce aracı olarak ustaca kullanabilir hale gelebileceği gibi, kimi zaman da kavramlar kişinin efendisi olarak onu yönlendirebiliyor. Kavramlar, nesnel olguların ve bunların arasındaki nedensellik ilişkilerinin insan zihnindeki yansımaları olarak bilimin araçlarını oluşturabilecekleri gibi, insanın zihnini ve davranışlarını yönlendiren toplumsal mühendislik araçları olarak da kullanılabiliyor. İmal edilmiş belli kavram örgülerinin, doğrudan ya da dolaylı yollarla zihinlere dayatılması, istenen davranış biçimlerinin üretilmesinde etkin bir rol oynayabiliyor.
Neoliberalizmin 'anı yaşamak' sloganı
“Anı yaşamak,” 1980'lerde neoliberalizmin ideolojik taarruzunun önemli bir silahı olarak piyasaya sürüldü. An, geçmiş ile geleceğin kesiştiği zaman noktasıdır. Hayatı “anı yaşamaya” indirgemek, anı, geçmişten kopuk ve geleceği umursamadan yaşamak demektir. Oysa geçmişi geleceğe bağlayan anın yaşamsal özü, geçmişin birikim ve deneyimi ile geleceği kurma istencinin bileşimini temsil etmesidir.
Bir toplumsal sistemin önünde kurulacak bir gelecek yoksa; sistem insanlığın ilerlemesine yapabileceği tüm katkıları tüketip, insanlığın sırtında bir kambur haline gelmişse; bütün kaygısı bugünü yarın yeniden üretebilmeye indirgenmişse, o zaman geçmişte ilerlemeye dair ne varsa üstünü örtmek, yeni bir geleceğe de gözleri kapatmaya çalışmaktan başka çaresi kalmaz. Dünya, üstünde oyalanılacak bir yere, zaman da mümükün olduğu kadar çok tüketerek tüketilecek bir unsura dönüşür.
Kitleler için tasarımlanmış 'yumuşak ölüm'
Ana odaklanılınca, Atatürk, geçmişin alaca karanlığındaki silik bir anıya dönüşür; geleceğe yönelik bakışlar da miyoplaşır. Enerjisi ancak günün sonuna kadar yeten insan, seyircilikten başka bir şey yapamaz hale gelir. Her şeyin kıtlığı varken, en büyük bolluk seyirlik malzeme üretiminde görülür. İşte bu, yaşamı ana kısıtlayan hayat tarzını bütün dünyaya dayatmaya çalışan emperyalizmin, kitleler için tasarımladığı “yumuşak ölüm”dür.
Ne var ki bu “yumuşak ölüm”, neoliberalizmin özgün buluşu değildir. Ne resmi seyir günü sayısının Sezar zamanında yılda 80 küsur günken, 100 sene sonra 180 küsur güne çıkartılması, ne de Caligula'nın, ölümüne gladyatör döğüşlerinde, can çekişmenin seyirlik içeriğini güçlendirmek için, galip gladyatörün rakibinin ölümüne yol açmadan saplayacağı kaç hançer darbesinden sonra öldürme izni isteyeceğine dair çıkardığı yönetmelik, Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının önüne geçebilmiştir.