Anı yazmak ciddi bir iştir
Oktay Akbal “ben de günlük tutarım. İlk gençliğimden bu yana nice defterler doldurmuşumdur. Açar, elli altmış yıl gerilerde bulurum kendimi. O günlerin olayları, insanları, kimi zaman öfkeleri, acıları, sevinçleriyle hepsi bugünlere gelir...
Kaç cilt tutar bilmem? Hepsini olduğu gibi okurlara sunsam mı? Kime yarar? Ne bana, ne de başkalarına!..”
Günlükler kendi başlarına olduğu kadar, aynı zamanda anıların da temel malzemesidir. Bir disiplin sonucu gününü tutulmuş günlüklerin yalnızca tutan kişinin yaşanmışlıklarının sevinç ve hüzünlerini değil, onun da ötesinde bir dönemin gündelik yaşanışından, resmi tarihin ıskaladıklarından, ben merkezci tavrın ön planda olmasının kaçınılmaz kıldığı kimi olumsuzluklarına rağmen, dönemine not düşülmesi açısından çok ama çok önemlidir.
Genellikle, çocuksu heveslerin geçici bir uğraşısı gibi gözüküp algılanan günlük tutma ve de onun daha kapsamlı bir hale dönüşmesini sağlayan anı yazma alışkanlığı ne yazık ki toplumuzda pek rağbet gören bir uğraş değil. Bu rağbet görmeme; “günlük” ya da “anı” yazma gereksinimini duymaktan, bu alandaki temel bilgilerden yoksun oluşumuza, toplumdaki algılanışı çeşitliliğinden kaynaklan yanlış anlaşılmalardan, kimi kaçınılmaz tartışmalara zemin hazırlamışına dek, çeşitli nedenlere dayanıyor. Onun için bir çok kişi günlük ya da anılarını kitaplaştırmaktan kaçınıyor. Biraz cesaretli olanlar ise anı ya da günlük yazma disiplininden uzak, ben merkezciliği odak noktasında tutup, dönemini ıskalayarak, çoğu kez suya sabuna dokunmayan, hoş ama içi oldukça boy olan bilinen bilgilerle işi geçiştirip, imza günlerinin desteğiyle tecimsel bir konuma sokuluyor. Örneğin bizim sinema oyuncularının yazdığı anılar gibi. Bu anılar çoğunlukla içi boş olduğu denli, hoş da olmuyor. Herkesin o anıları yazandan (yani sanatçıdan) sanatçıdan beklentilerini boşa çıkaran bu anılar, ne okurun kafasında oluşan sorulara yanıt veriyor, ne kimi -ve çoğu bilinen- gerçeklere değiniyor, ne de içinde yaşadığı sektörün dönemine not düşüyor. Yalnızca her anıda öne çıkan ben merkezci tavır, okuyanı bıktıracak denli gereksiz ve anlamsız bir biçimde cilalanıyor. Oysaki bu tür anıların dışarda yapılan benzerleri, bizdekilerden çok farklı. Korkusuz, açık-seçik, olduğu ve de olması gerektiği gibi.
Elbette ki anıları kitaplaştırmak, geçmişte içtenlikle yaşanılanların ya da itiraf edilenlerin, yıllar sonra muhataplarına bir silah olarak kullanılması gibi etik olmayan bir anlayışı içermesi, kimilerinin kutsallaştırdıklarının geç kalınmış bir telaşla kitlelerle paylaşılması da değildir. Ama bilinen kimi gerçekleri görmemezlikten gelip, tümden ıskalanması da değildir.
Onun için anı yazmak çok ciddi bir iştir. Cesaret ister, içtenlik ister, inandırıcılık ve de bunun kaçınılmaz sonucu güven duyulmasını ister. Özel yaşamlarıyla görsel ve yazılı medyada cömertçe boy gösterenlerin, iş anı yazmaya gelince her bir şeyi kutsallaştırıp es geçmeleri, anılarını gelecek kuşaklara aktarma ve dönemlerine ve de sektörlerine not düşmekten daha çok, törpülenmiş ünlülüklerini tecimselleştirmekle örtüştürmek amacına yöneliktir.
Bu tür anlayış nedeni olan anılar, Oktay Rıfat üstadın dediği gibi “ne bana ne de bir başkalarına yarar...”