23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Anıt dediğin böyle olur

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Bazen istemesek de bilgisayarın azizliğine uğrayıp, beklenmedik kazalara neden olabiliyoruz. Bu kazalardan birini de geçen hafta yaşadım. Yanlışlıkla köşe yazımın bitmişi yerine taslağını gönderdim. Bu hafta yazımı yineleyerek hatamı düzeltirken, tüm okurlardan da özür diliyorum…

HHH

Kentler de tıpkı insanlara benzer…Ya ilk görüşte ısınır seversiniz, ya da tam tersi; bir türlü onu kabullenemezsiniz… Bilinmeyen bir kente yapılan ilk yolculukta karşınıza çıkan görüntüler, o kentin tüm özelliklerini değilse bile, kimi ipuçlarını verir size… Kentler, geniş yapraklı ekvator bitkilerine de fena halde benzerler. Kimileri sizi hemencecik devasa yapraklarıyla sarmalayıp içine alıp özümserler, ya da kapanıp tümüyle dışlarlar… Sonrasında ne yapsanız nafile…

Çoğunlukla uçakla değil de, kara yolculuğuyla ilk kez ya da yıllar sonra ikinci kez gidilen kimi Anadolu kentlerine girişte, ne yaparsanız yapın bu duyguya kapılırsınız… Kimisinde “iyi ki gelmişim” derken, bir diğerinde ise “nereden düştüm buraya” diye yakınırsınız… Bu durum tümüyle; bir kentten sizin beklentilerinizle, o kentin size verebildiklerinin bir yansıması, ya da beğeninizle ödeşmesidir.

Örneğin; bu tür yolculuklarınızdan birinin yıllar sonra Ankara’ya düştüğünü farz edin… Hangi yönden bu kente girerseniz girin, sizi mutlaka, hiçbir ülkenin sanat tarihi kitaplarında mevcut olmayan, hiçbir akım, eğilim, moda ve de ekolle bağlantısı bulunmayan, genelde yalnızca Ankara’da “kapı” adı verilen, ama sizin bir ad ve anlam vermekte zorlandığınız garip bir yapı karşılar. Eklektik sanatla kitsch sanatın zoraki izdivacından peydahlanmış bu hilkat garibesi yapılar, mimari tarihimizin adı konulmamış, bundan sonra da konulması olanaksız olan bu coğrafyadaki ibret alınacak ilk ve de son örnekleridir. Ama güzel Ankara’mızın gariplikleri bu kadarla da kalmaz. Otobandan çıkıp kentin içine doğru yol aldığınıza karşınıza Steven Spielberg’in Jurassic Park’ında bile benzerine rastlayamayacağınız dinozorları, onun bir ötesinde ise –inanmayacaksınız ama- kol saati anıtını görürsünüz. (Tanrıya şükürler olsun ki ikisi de kaldırıldı). Ankara’nın merkezindeki .bu görüntüler elbette ki yalnız değildir. İlçelerinde de maden suyu şişesinden bazlamasına kadar her bir değerlerinin anıtsal görünümleriyle karşı karşıya kalırsınız… .

Her halde ülkemizdeki son yıllardaki “milli” ve de “yerli” öz be öz Anadolu kokan şaheserlerinden (!) söz ederken, son günlerde büyüleyici güzelliğiyle kamuoyunun takdirini kazanan Midyat’ın aslanlarından söz etmemek mümkün mü? İnanın bu aslanların yanında Knidos’un mahcup bakışlı aslanı ile Assos’un iki bin yıllık yeni bulunan aslanı kedicik, Hititlerin başkenti Boğazköy’dekileri ise sözü bile olmaz… Heykellere olan geleneksel karşıtlığımız bu örnekten daha güzel nasıl anlatılabilir ki…

Onca medeniyetin gelip geçtiği bu coğrafyada heykellerin günümüzdeki serüveni bu kadarla da kalmaz. Çoğu kentimizde o kentin alameti farikası (kısaca simgesi) olan öyle heykeller vardır ki şaşar kalırsanız… Şaşmanız beğeniden değil de, buralara nasıl dikildiğindendir….

Saymakla bitmez bu şaheserler… İnegöl’ün çatala saplanmış köftesi, Adana’nın karpuz dilimi, Rize’nin çay bardağı, Kumluca’nın domatesi, Çarşamba’nın yumurta topuğu ayakkabısı ile kasketi, Korkuteli’nin mantarı, Vezirköprü’nün semaveri, Kastamonu’nun sarımsağı vs…

Düşünebilir miydiniz; binler, binlerce yıldır, onca medeniyetin adeta resmi geçit yaptığı Küçük Asya’nın, dünyada bir benzeri olmayan bu muhteşem coğrafyasında, bırakın heykeli, mimariye, şehirciliği bir yana; estetiğin, beğeni düzenin, böylesine kitsch sanatın bile ötesine geçeceğini….

Elbette ki her bir kentin kendini anlatan, kendini temsil eden simgelerine bir sözümüz yok…Berlin’in ayısı, Venedik’in aslanı varsa, bizim de Denizli’mizin horozu, Ankara’mızın boğası ya da keçisi var… Önemli olan; bir kentin sembollerinin/simgelerinin ne olduğu değil de, nasıl, estetik bir düzeyde biçimlenip anlatıldığındadır…Sanırım sanatla zanaatın arasındaki o ince çizgi de; burada başlayıp, burada biter…

İşin en anlaşılmaz, en trajik yanı ise; parayla satın alınabilecek tüm zevksizliği, anıt diye kentin girişleriyle meydanlarına dikip, ibret olsun diye gösterme hevesi ve de yarışıdır…

Diyelim çatalı diktin, eyvallah… Peki onun tam üstüne köfte ile karpuz dilimini koymak niye?

Anlamak da, anlatmak da o kadar zor ki... Keşke heykellere duyulan yasak, bu anıtlara da uygulansa…