Ankara’nın 5 kapısı...
Bir o eksikti... Şimdi tamamlandı... Ankara Belediyesi, Başkent’e girişi oluşturan Eskişehir, Esenboğa, Samsun, Konya ve İstanbul yollarına, antik Roma uygarlığındaki zafer taklarını anımsatan, her biri 5 milyondan, 5 kapı birden yaptı. Ama ortaya çıkan, ne antik Roma’daki zafer takları, ne de -her ne kadar Selçuk ve Osmanlı mimarisinden esintiler taşıdığı söylense de- bize miras kalan uygarlıkların klasik kent kapıları formuna uyuyor. Elbette ki bu kapıları yapan zihniyetin, Antalya’daki Hadrian, İstanbul’daki sur ya da İznik’teki o antik kapılarından niçin esinlenmediğini hiç düşünmüyor, hatta aklımıza bile getirmiyoruz. Çünkü o kapıların ardındaki medeniyetlerin, bugünkü zihniyetin tümüyle yadsıdığı Roma ve Bizans medeniyetleri olduğunu biliyoruz. Ayrıca kapılara gelince yadsınan bu medeniyetlerin, iş Ayasofya’nın müze mi, cami mi olacağı tartışmasına gelindiğinde nasıl sahiplenildiğini de biliyoruz. Ama sorun; Küçük Asya’da kurulan onca medeniyetin (Hitit, Frig, Urartu, Gordion, Grek, Hellenistik, Roma vs.) tümüyle yadsınarak, bu toprakların tarihini yalnızca Selçuk ve Osmanlı’dan başlatılması değil, onun da ötesinde, Osmanlı’nın ve Selçuk’un da onca sahiplenilmesine rağmen gereğince bilinmeyişinden kaynaklanıyor. Eğer, Selçuk ve Osmanlı mimarisi biraz ama biraz bilinmiş olsaydı, hiç, Ankara’nın beş köşesine konan kapılar bu denli estetikten, beğeniden, üsluptan yoksun olur, olabilir miydi? Sıradan bir mimariyi, birkaç bezeme-süsleme ya da şematize edilmiş kubbe ve kemerle Selçuk ve Osmanlı’ya bağlamak ya da bu medeniyetlerden esintiler taşıdığını iddia etmek, ne kadar doğru olabilir? Bu en azından Osmanlı’ya da Selçuk medeniyetlerine de saygısızlık olur.
Ankara’nın beş girişine, beş milyondan tamı tamına beş kapı. Ne Osmanlı ne Selçuk. Ne Hitit ne de Frig... Üstelik ne zafer takı ne de kent kapısı... Ne bizden ne de bir başkasından... Ayrıca ne çağdaş ne de geleneksel... Biraz arabesk, daha çok da kitsch bir sanatın örneği... Hangi açıdan bakarsanız bakın, hem estetik hem de içerik olarak bu kapıları bir yerlere koymak mümkün değil. Parayla yapılabilecek -ya da satın alınabilecek- bir beğeninin, bağışlanmaz, kabul edilmez bir zevksizliğin en tipik birer örneği.
Selçuk ve Osmanlı’dan başka her bir Anadolu medeniyetini yadsıyan, yıllardır “bize bunlar lazım, gerisi çanak-çömlek” diyen bir zihniyetin, Osmanlı’yı da çok iyi bildiğini hiç sanmıyorum. Eğer bilmiş olsalardı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u aldıktan ve Atatürk’ün yine aynı kenti düşman istilasından kurtardıktan sonra niçin Çanakkale’ye gittiklerini çok iyi bilebilirlerdi. Onlar Greklerden aldıkları rövanşı tüm dünyaya ilan ederlerken, Ankara Belediyesi acaba bu zafer takı müsveddesi kapılarla neyin zaferini kutlamak istiyor dersiniz? Hadi bu kapıları yaptınız diyelim, ya kentin dört bir tarafına koyduğunuz o saat kulelerini yaparken, neden Abdülhamit’in yıllarca önce yaptırdığı ve hâlâ güzelliklerinden hiçbir şey yitirmeyen, İstanbul ve Anadolu’nun dört bir köşesinde duran o muhteşem saat kulelerinden bir nebze olsun esinlenmediniz? Yoksa onlar da Osmanlı’dan sayılmıyor mu?
Hani yaygın bir söz vardır, “Doktorlar hatalarını gömer, mimarlar ise ömür boyu yaşatır” diye. Sanırım her biri kitsch sanatın özgün örneği olan bu kapılar, bu sözün ikisine de pek uymuyor. Çünkü bizler; parayla yapılabilecek, her bir estetik anlayışından yoksun bu zevksizlik örneklerine ömür boyu değil, nesiller boyu katlanmak zorunda kalacağız. İşin en acı yanı ise ne yazık ki bu.