Ankara’nın taşına bak
Gençliğimizde belleğimize yerleşen o türküyü Ruhi Su söylerdi, sesi okul kantinlerinde ve miting meydanlarında çınlardı: “Ankara’nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak / Biz düşmanı esir ettik, şu feleğin işine bak.”
Ankara’nın üç belediye başkanı oldu: Vedat Dalokay (1973-1977), Ali Dinçer (1977-1980) ve Murat Karayalçın (1989-1993). Şu feleğin işine bakın ki bu donanımlı, şehir mimarisinden anlayan, halkçı ve entelektüel belediye başkanlarının görev yaptıkları dönemde milyonlarca dolar şimdiki gibi ışık hızıyla dünyanın çevresinde fırıl fırıl dönmüyordu. Belediyelerin dışarıdan borçlanma imkânı yok denecek kadar azdı. Altyapı dahil bütün hizmetlerde belediye hükümetin eline bakıyordu. İktidara sağcılar hâkimdi. Ülke koalisyonlarla yönetiliyordu.
Dalokay ve Dinçer Viyana Metrosu’nu örnek alan bir projeyi benimsediler. Kızılay’da metro inşa çukurları açarak hükümetleri zorlamaya çalıştılar. Fakat olmadı. Para yoktu. Ağır saldırılar altında çukurları kapattılar. Karayalçın bu kısıtlı durumdan çıkışı yakaladı (Özal dönemi). Uluslararası sermaye piyasasına tahvil sattı. Batıkent’i kurdu. Demirel bile bu yeni yerleşim alanının “Cumhuriyet’in ilk on projesinden biri” olduğunu söyledi.
Melih Gökçek milyon dolarların havada uçuştuğu, borçlanma imkânlarının neredeyse sınırsız olduğu bir dönemin başında belediye başkanı oldu ve 23 yıl Ankara’yı yönetti. Hayır, yaptıklarını ve yapmadıklarını tartışacak değilim. Çok daha önemli bir şey var...
Melih Gökçek, seçimle göreve gelen ve sınırsız borçlanabilen bir belediye başkanının kent estetiğini kendi beğeni seviyesine nasıl düşürebileceğini gösteren tarihi bir örnek oldu. Şehrin estetiğiyle tıpkı legolarıyla oynayan haşarı bir çocuk gibi oynamış, sanatın içine tükürmüş ve Ankara’yı kasabalaştırmıştır.
Bu yüzden sadece onu suçlayamayız elbette. AKP, taşradan getirdiği bir memur ve esnaf ordusuyla Ankara’ya yerleşti ve şehir bu ordunun estetik anlayışına, alışveriş eğilimlerine uygun bir değişim geçirdi. En merkezi semtler, don gömlek, ıvır zıvır satan dükkânların istilasına uğradı ve şehrin çevresi yabancı markaların teşhir edildiği, insanların “şahane hayat yanılsaması”yla vakit öldürdükleri rüküş AVM’lerle doldu. Kızılay ve Sakarya’daki bazı sokaklar gecenin bir vaktinde kılık değiştiren batakhanelere dönüştü. Kitapçılar ve tiyatro binaları azaldı, birahaneler ve sarhoş muhabbeti çoğaldı. Ayrıca bir şehrin her sokağında, Kuğulu Park’ın içinde bile kebapçı olur mu? Ulus’taki tarihi Akman pastanesi (Akman bozası!) nasıl kebapçı oldu? Kebap arz ve talebindeki artış neyin göstergesidir?
Şimdi o geri zekâlı lale Kızılay’ın göbeğinden kaldırıldı diye, dev futbolcu ve aptal dinozor heykellerini artık görmeyeceğiz diye seviniyoruz. Şu feleğin işine bakar mısınız? Yarın o heykellerin yerine daha beter şeylerin, yeni belediye başkanının zevkine göre Miki Maus, Süpermen, Örümcek Adam, hatta İskilipli Atıf, Abdülhamit, Reis vs heykellerinin dikilmeyeceği ne malûm?
Şehrin meydanlarını ve ana caddelerini panayırlardaki korku tünelleri gibi yanıp sönen cart kırmızı ya da fosfor yeşili reklam panolarıyla donattılar; duvarlarda elli metrekarelik tesettür giyimi ilanları...
Eskiden Ankaralı, Zafer Meydanı ile Akay Kavşağı arasındaki bölgeye “Bulvar” derdi. Bulvara “çıkılır”dı. Bulvar’da gezilirdi. Yol boyunca uzanan, yaz aylarında masaları kaldırıma taşan, “Yeşim,” “Yaprak” gibi Türkçe isimleri olan, hem çay hem konyak içebileceğiniz, herkese göre her türlü yiyeceğin bulunduğu, güzel hafif müzikler çalınan, içi şık ve özenli, dışı tenteli mekânlar vardı.
Kızılay’daki “Gökdelen”in terasına Set Kafetarya denirdi. Yaz geceleri Pekin Kırgız orada opera şarkılarını türk hafif müziğine ve napoliten parçalara katarak söyler, sesi bütün Kızılay’a yayılırdı. Binanın, şimdi bir telefon şirketinin adi reklam panosuyla kasten (KASTEN!) kapatılan bir duvarında parlak metal harflerle, “Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister” yazısı göze çarpardı.
Ankara’yı ilk kez 1959 yılının karlı bir Şubat gecesi İstasyon’dan ailece bindiğimiz bir faytonla Maltepe’ye giderken gördüm. Kim ne derse desin 60’lı yıllar Ankara’nın en umut dolu, en canlı, en özgür dönemiydi. Şimdi Devlet Opera ve Balesi Binası’nı satılığa çıkarıyorlarmış. Altını mescit, üstünü kebap sarayı yapmalarını öneriyorum!
Yazıya başlarken aklımda başka şey vardı aslında. Kafa karışık olunca konu dağılıyor.