Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum-2: Cinsler arası eşitsizlik ve eşcinsellik
Bir ilkçağ ve ortaçağ özeti çıkaralım: Eşcinsel kültür, aşırı sınıflaşma temelinde yükselmiştir; sarayların ve zenginlerin hayatında görülür, köle ve kul sistemlerinin ürünüdür. Bu sistemler, kadını meta haline getirirken, insan statüsünü bir tek erkeğe bırakmıştır. Cinsel aşk ise, insanlar arasında olacağına göre, erkekler arasındadır.
Birtakım feministlerin, eşcinselliği bir özgürlük gibi yansıtması tarihin acı bir cilvesi oluyor. Bu cinsel tercih özgürlüğünün tarihsel dayanakları ise eski Yunan, Roma, Avrupa ve İslam ortaçağından getiriliyor. Böylece özgürlükçüler, sınıfsal ve cinsel eşitsizliğin en aşırı örneklerini temsil eden sistemlerle yan yana gelmiş oluyorlar. Bu da doğaldır. Çünkü toplumsal ve kültürel eşcinsellik, cinsler arası eşitsizliğin, kadının aşağılanmasının ve köleleştirilmesinin ürünüdür.
Annales Okulu’nun önde gelen tarihçilerinden Georges Duby, sınıfsal eşitsizlik ile eşcinsellik arasındaki bağı, tarihsel verilere dayanarak gösterir. Ortaçağ Avrupa’sında, hem kilisenin hem de feodal hâkim sınıfın ideolojisi, erkeğin kendi karısına aşık olmasını kınamaktadır. Ortaçağda evlilik, serveti ve veraseti düzenlemek ve cinselliği kontrol etmek için örgütlenen aşksız bir kurumdur. Kadınlar toplumsal hiyerarşinin o kadar altındadır ki onlara âşık olunamaz. “Feodal toplumda şövalye, kadınlara âşık olmayacak kadar erkektir.” *
KADIN ZİHİNSEL ÜRETİMİN DIŞINDA TUTULUNCA
Platon’un ideal Devlet’inde kadına yer olmadığını belirtmiştik. Aşağı cins olan kadın, kutsal Devlet örgütlenmesine giremez. Kadın yalnız Devlet’in mi dışındadır? Zihinsel faaliyetin, sanatın, hâkim sınıfların ayrıcalığı olan her faaliyetin dışındadır.
Eski Yunan’da şu anda hatırınıza gelen kadın filozof var mı?
Belleğinizdeki kadın Romalı şairleri sayar mısınız?
Gerçi son zamanlarda “kadın filozoflar” gibi başlıklarla bazı kitaplar yayımlanıyor. O kadın filozoflar ancak tarihin derinliklerinde, köşe bucak araştırılarak keşfediliyor. Adları, belli başlı felsefe tarihlerinde geçmiyor. Erkek egemen kültür nedeniyle kadın filozofların görmezden gelindiği türünden görüşler geçerli değildir. Kadının, eski toplumlarda felsefe ve bilim hayatının dışında tutulması, kadının kendi kusuru değil; köle ve kulluk sisteminin gerçeğidir. Bu olgu, kadın adına yapılan zorlamalarla değiştirilemez.
İlk ve ortaçağ toplumlarında çobandan veya demirciden filozof ve bilim adamı olamayacağı gibi kadın filozof ve bilim adamı da olamazdı. Çünkü kadın, zihinsel ve politik faaliyetin dışında bırakılmıştı. Kölelik ve kulluk sistemlerinin ideolojisini inşa edenler arasında kadın bulunamazdı. Çünkü kadının kendisi kul ve köle statüsünde idi. Kadın zihinsel yaratıcılığın dışına sürülmüştü. Bu durumda kadınla derin duygusal iletişim de olanaksız kılınmıştı. Kadının bilim ve düşün hayatına girerken aynı zamanda entelektüel erkeğin aşk hayatına da girmesi demokratik devrimlerle oldu.
Zihinsel ve duygusal derinliği olmayan kadınla ancak insan soyunu üretmek için ilişki kurulur. Aşk ise yalnız insan türünü üretme eylemi değildir; zihinsel ve duygusal boyutları olan bir ilişkidir. Bu durumda Platon ne yapsın? Kadını niçin Devlet’ine alsın? Kadınla hangi derin cinsel arkadaşlığı tadabilir ki? Platon’un Devlet’inde ”kutsal aşkın erkekler arasında olması”, kadının zihinsel faaliyet alanının dışına atılmasının olağan bir sonucudur. Duygusal ilişki, erkekle olmaktadır. Eski Yunan’da erkekle duygusallık boyutu olmayan ilişkiye “pis oğlancılık” denmektedir. Oğlancılığın ”hası” duygusal oluyor.
”Kutsal aşklar”, köleci ve feodal soylular sınıfı içinde erkekler arasında yaşanıyor. Büyük İskender'in büyük aşkı, filozof Aristotales'tir. Mevlana, Şemsi Tebrizi ve Hüsamettin Çelebi'ye büyük bir tutkuyla bağlıdır. Anadolu’da “davul dengi dengine” denir. Cinsel aşk, eşitler arasında derindir; denkler arasında derindir. Kölelik ve kulluk toplumlarının filozofları, düşünürleri, şairleri, kadınlar arasında kendi denklerini bulamayacakları için, derin zihinsel ve duygusal beraberliklerini kendileri gibi entelektüel erkeklerde aramışlardır.
Peki, soyluların kadınları ne yaptılar? Erkeğin erkeğe yöneldiği toplumlarda, aşağılanmış ve gururunu yitirmiş olan kadın, aşkı kendi eşitinde aramıştır. Lezbiyenlik bir bakıma bir aşağılanmanın ve hüznün paylaşılmasıdır. Eski Yunan’dan bugünlere kadar gelen tek önemli kadın şair Sappho erkekler için aşk şiiri yazmamıştır. Sappho, İsa’dan 612 yıl önce aristokrat bir ailenin kızı olarak Lesbos adasında doğdu. Kadınlar arasında eşcinsellik de hâkim sınıf içindeydi.
Sparta’da da kadınlar arasında cinsel ilişkilerin varlığına değinilmektedir. Ancak araştırmacılar, Atina kadınının durumunun Sparta ve Lesbos’tan farklı olduğunu belirtiyorlar. Köleci sistemin doruğundaki Atina kadını, kendi cinsinden bile saygı görmüyordu ve bir kadın atmosferinde eğitilmiyordu. Atinalı kadın yalnızca erkeklerden değil, yalnızca kendi kocasından değil, kadınlardan da soyutlanmış olarak yaşıyordu. Evin içine kapatılmıştı ve aile bireyleri dışındaki kadınlarla teması yoktu. Buna karşılık, Atinalı kadın fahişeler, kendi aralarında eşcinsel ilişkilere girebiliyordu. Atina’da lezbiyenlik ancak fahişelerin ayrıcalığı oluyordu.**
Erkek ve kadının birbirinden koparıldığı, kadının eve hapsedildiği her toplumda, yalnız erkekler değil kadınlar da eşcinselliğe itilmiştir. Oğlancılık ve sevicilik, aynı toplumsal ilişkilerin ürünüdür; bir madalyonun iki yüzüdür.
Erkek ve kadın, zihinsel ve duygusal derinliği olan beraberliği, sınıfsal karşıtlıklar yüzünden karşı cinsle kuramayınca bu kez, kendi cinsini tersine çevirmeye zorlanmaktadır. Toplumsal sistem ve ideoloji, erkek ve kadın biyolojisini zorluyor.
*George Durby, Erkek Ortaçağ, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları
**Pomeroy, s.80, 82 vd; Attila İlhan, Hangi Seks, s.27
YARIN: ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM VE EŞCİNSELLİK