Araç sürücüleri krallığı
Türkiye’de hiçbir hükûmetin trafik kazaları konusunda bir başarı hikâyesi yoktur. İstatistikler, bazen ümitlendirir, sonra bakarsınız eskisinden kötü olmuş. Durumun ne kadar kötü olduğunu anlatayım. Türkiye’de son 8 yılda, 9,5 milyon trafik kazası yaşanmış; bunların 1,5 milyonu ölümlü/yaralanmalı olmuş; yaklaşık 50 bin Türk vatandaşı hayatını kaybederken, yaklaşık 2,3 milyon vatandaşımız yaralanmış veya sakat kalmıştır. Toplum olarak fazlasıyla içselleştirdiğimizden, farkında bile olmadığımız bu durumu özetlersek, devlet otoritesini tanımayan bir “Araç Sürücüleri Krallığı”, her 8 yılda bir “Kahramanmaraş Depremi” gibi bir felaketi Türkiye’ye yaşatmış...
Bu rakamlar, ortalama 78 yıllık yaşam süresi olan 85 milyon Türk vatandaşının her biri için şu anlama gelir: Binde 6 olasılıkla bir trafik kazasında öleceksiniz veya yüzde 26,3 olasılıkla bir trafik kazasında çok feci yaralanacaksınız, hatta sakat kalacaksınız. Kabaca; her dört Türk vatandaşından biri, trafik kazalarında ölmeye, sakatlanmaya, en hafif hâliyle, hastanelik olmaya “mahkûm” edilmiş… Sizi bilmem ama ben, bu kumarı oynamaya razı değilim… Bu ciddi sorunun en masum öznesi, kaza yapan araçların içinde bile olmayan yayalardır.
UMURSANMAYAN YAYALAR
Kardiyovasküler ve obezite kaynaklı hastalık kurbanı olmamak için fiziksel aktivite şarttır ve günlük 10 bin adım sınırı, sıkça dillendirilir. Fakat hayatın gerçekleri, araç sürücüleri ile maddi/manevi/tıbbi gerekçelerle günde 10 binin üzerinde adım atma çabası içindeki yayaları karşı karşıya getirir. Peki, Türkiye’de toplum düzenini sağlamaktan sorumlu olanlar, yayalarla-araç sürücülerinin birlikte yaşadıkları yerleşim yerlerinde, dozu gittikçe artmakta olan bu efendi-köle ilişkisine neden göz yumarlar?
Kendimden örnek vereyim. 2019’da yaya geçidinden geçerken üzerime gelen bir taksinin videosunu çekip cezai işlem yapılması talebiyle CİMER’e yollamıştım. Yaya geçidine yaklaşan sürücü yavaşlamalıydı, beni yaya geçidinde gördüğünde de “durarak” -evet, yavaşlayarak değil, durarak- karşıya geçişimi beklemeliydi. Fakat, araç hızını artırmış, ben de koşarak ezilmekten kılpayı kurtulmuştum. Çarpıp beni sakat bıraksaydı ne olacaktı? Alacağı 3 ay ile 1 yıl arası hapis cezası, paraya çevrilecekti. Anlayacağınız, bana çarpan “kral sürücü”, kölesi “yaya” için birkaç bin lira öderken, kölenin (yani, benim) hayatı kayacaktı. Sizce CİMER’den nasıl bir cevap almış olabilirim? Cevapta özetle, “sadece trafik ekipleri tarafından tespit edilen ihlallere idari para cezası uygulanabileceği”, bu nedenle de -trafik ihlali görüntülü olarak kanıtlanmış da olsa- sürücüye idari para cezası verilmeyeceği yazıyordu. Aynı yazıda, trafik ekiplerinin İstanbul genelinde Şubat 2019 ayı boyunca 2 bin 821 sürücüye “yayaya ilk geçiş hakkı vermeme” nedeniyle idari para cezası uyguladıkları da yazılmıştı. Yani, ayda 2 bin 821 sürücüye birkaç yüz liralık para cezası kesilmiş olmasının beni güvende tutacağı, bu şekilde korkusuzca yaşamaya devam etmem gerektiği bana yazı ile bildirilmişti ama sürekli olarak deneyimlediğim kronik ezilme tehlikesi, yazıyı yazan makamla aynı fikirde olmamı -ne yazık ki- engelliyor. Aslında, yaklaşık 5 milyon aracın vızır vızır dolaştığı 16 milyonluk bir şehirde, ayda 2 bin 821 sürücüye “yayaya yol vermedin” cezası kesmenin “yaya güvenliği sorununu çözemeyeceğini” görmek için âlim olmak gerekmiyor, ama neticede kendimizi eve kapatacak değiliz. Yaya geçidinden ezilmekten kurtulduğum her maceranın sonrasında aklımdan hep şunlar geçer: “Ayda 2 bin 821 sürücüye ceza yazılması, beni kral sürücülerin insafına bırakılmış bir köle yaya olmaktan kurtarmıyor.”
Şunu da belirtmeliyim: Kölelik, kabul edilebilir bir şey değildir.
LİBERALİZMİN TRAFİĞE YANSIYAN YÜZÜ: KAOS
Gittikçe daha çok köşeye sıkıştırılan “yaya kölelerin” emniyet kemerleri veya hava yastıkları olmadığından araba çarpan yayalar için yaygın beklenti, ölüm veya kalıcı/geçici sakatlık hâlidir. Rakamsal olarak ifade etmek gerekirse; Türkiye’de “kral sürücüler”, son 8 yılda, 12 bin yayayı öldürmüş ve 300 bin yayayı yaralamış/sakat bırakmışlardır… Rakamları anlaşılır hâle getirmek gerekirse; binde 1,3 olasılıkla yolun karşısına geçmeye çalışırken size araba çarpacak ve öleceksiniz; yine yüzde 3,5 olasılıkla da yolun karşısına geçmeye çalışırken size araba çarpacağı için yaralanacaksınız veya sakat kalacaksınız. Kabaca her 30 Türk yayadan biri, araba çarparak ölmeye veya sakat kalmaya veya hastanede yatacak derecede yaralanmaya “mahkûm” edilmiş durumdadır. Tüm enerjikliğime rağmen, bu kumarı da oynamaya razı değilim…
Günümüzde kapsamlı bir sürücü eğitimi verildiği hâlde yayalar, neden hâlâ ölümle burun buruna? Bu soruya da rakamlarla cevap vereyim. Türkiye’de 1980’de 33 kişiye bir araç düşüyordu; bu oran 1990’da 19 kişiye bir araç oldu; 2000’de 16 kişiye bir araca tırmandı; 2010’da 5 kişiye bir araç sıçraması yaptı; günümüzde ise, artık 3 kişiye bir araç düşüyor. Türkiye’de araç sayısındaki artış hızının, nüfus artış hızından çok daha fazla olduğu açık. Daha somut ifade etmek gerekirse, yayalar için ölümcül tehlikelere yol açan araçların sayısı, son 40 yılda 10 kat artmış durumda. Peki; şehirler de 10 katlık bir alana yayıldı ve caddeler 10 kat genişleyip 10 kat uzadı mı? Hayır. Araç kullanım süreleri azaldı mı? Hayır. 40 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de Türkiye’de her bir araç, yıllık ortalama 13.000-15.000 kilometre mesafeler kat ediyor. Türkiye’de yaygın olan dikey yapılaşma tercihi, tüm yerleşim alanlarındaki nüfus yoğunluğunu artırırken, caddeler ya aynı kalmış ya da daraltılmıştır. Rant ekonomisini baş tacı yapan, güya planlı, ama gerçekte plansız ve kötü şehirleşme, araç sayısındaki patlama ile birleşince ortaya çıkan bu vahim tablonun neticesinde tüm yayalar, “vahşi ormanda hayatta kalmaya çalışan” birer “Tarzan”a dönüştürülmüştür… “Yayaları yok sayan, bu kaotik şehir yaşantısı”, artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Ekonomiden, araç-yaya ilişkisine sıçratılan “liberallik”, yani “bırak kendi hâline, ne oluyorsa olsun” anlayışı, esasında “yaya köleler, başlarının çaresine baksınlar” anlamındadır…
ENGELLİ YAYALARIN GÜVENLİĞİ İHMAL EDİLEMEZ
Zorba efendi ile zavallı köle ilişkisine benzeyen bu sürücü-yaya ilişkisine rağmen, sağlıklı yayalar, zahmet ve strese katlanarak güvenlik risklerini yönetebilirler diyebilirsiniz. Elbette, ama bu riski yönetemeyecek yaya sayısının çokluğu, bu sorunun sümen altı edilmesine asla izin vermiyor. Örneğin, Türkiye’deki nüfusun yüzde 13’ünün engelli olduğunu biliyor muydunuz? Bu da 11 milyon vatandaşımızın görme, işitme, yürüme, algılama veya taşıma yeteneğinin normalden az veya hiç olmadığı anlamına gelmektedir. Engelli vatandaşlarımızı trafiğin vahşiliğinden korumak, toplumun ve devletin kaçamayacağı bir sorumluluktur. 1 milyon hamile kadına ne dersiniz? Yaya geçitlerinde karnı burnunda gebe kadınlar neden araç sürücülerinin kaprisleri ile uğraşsınlar? Türkiye’de 0-9 yaş arasında 22,5 milyon çocuk var. “Araç sürücüsü kral efendilere” çocuklarımızı da kurban olarak sunmaya razı mısınız? 8,5 milyon yaşlımızı, elinde bastonla yaya geçidinde koşturmaktan da toplum ve devlet olarak utanmayalım mı?
Yaya geçitlerini yalnızca engelsiz, sağlıklı, güçlü yetişkinlerin kullandıklarını varsaymak, büyük hatadır. Bu nedenle, yaya geçitleri, sürücülerin insafına bırakılamayacak kadar kritik alanlardır. Öncelikle, işe yayalara çarpıp sakat bırakan araç sürücülerine “taksirle yaralama” cezasının caydırıcı olmadığını, hatta bunun “sürücüler lehine pozitif ayrımcılık” olduğunu kabullenmekle başlamak gerekir. Mevcut durumda, yasal düzenlemeyle “pozitif ayrımcılık” yapılması gereken grup yayalardır, en çok da engelli, sağlıksız, güçsüz, yaşlı ve çocuk bireylerimizdir. Dahası, “kanıtlanabilir bireysel şikayetler” de mevcut trafik denetiminin bir parçası neden olmasın? Trafik denetiminde halkın iş birliğini reddetmek, anlaşılır bir durum değildir. Herkesin elinde cep telefonu olduğuna göre, bırakın da “sonuç alıcı trafik denetimi” gibi güç bir görevin yükünü taşıyan devletimize halk da yardım etsin. Türkiye’nin tüm sorunları gibi, şehir trafiği sorunu da, çözüm sunmayan “liberal” yaklaşımlarla değil; halkçı, devrimci ve alıştırılan sistemin ötesine taşabilen yaklaşımlarla çözülebilir…