Arif Müfid Mansel
Türkiye’nin hatırı sayılır arşivlerinden biri… Belki de diğerlerine oranla imkanları çok fazla olan özel arşivlerden ilk akla geleni… Devasa tarihi binalarında sergiler açan, kitaplar yayınlayan, çevresine topladığı danışmanlar ordusuyla çalışan bir arşiv. Ama ne var ki, iyi bir arşiv için tüm bunlar yeterli olmuyor. Dahası da onlardan bekleniyor… Çünkü bu tür arşivlerin hata yapma lüksü yok…
Bu önemli arşivin kamuya açık koleksiyonlarının birinde, sıradan bir arkeoloğun bile kolaylıkla tahmin edeceği bir arkeolojik yerleşkede, bir arkeoloğu çalışırken gösteren bir dizi fotoğraf yer alıyor. Fotoğrafların tümü bir kazı çalışmasına ait… Fotoğrafların hepsinde genç bir arkeolog öne çıkıyor… Yüzeydeki eser/kalıntılara bakarak o yerin neresi olduğunu bilenler için o arkeoloğun da kim olabileceğini tahmin etmek, hiç de zor değil. Ama ne yazık ki, onca danışmanın ve araştırmacının çalıştığı bu arşivde onun kim olduğunu bilen tek bir kişi bile çıkmamış. Her fotoğrafın altına “bilinmiyor”, “tanınmadı” değil de, “adamın biri…” diye yazılmış.
“Adamın biri” diye yazılan o kişi; Türkiye’nin sayılı arkeologlarından, önemli hocalarından, kendi alanında belki de en önde gelen bilim insanlarından biridir…
Adını vermekten imtina ettiğim böylesine önemli bir arşivde bile, hiç de hoş karşılanmayacak böylesine durumlar söz konusu olabiliyorsa, gerisini siz düşünün….
Çok değerli bu hocamdan, iki gün önce ölüm yıldönümü olan bir diğer hocama, Arif Müfid Mansel’e geçmek istiyorum. Türkiye klasik arkeolojinin başlaması ve gelişmesinde önemli katkıları olan , Side ve Perge gibi antik kentlerin kazılarını gerçekleştirip, başta bizlerin en önemli ders kitaplarından Ege ve Yunan Tarihi olmak üzere bir çok kitaplara imza atan bu hocamın yaşam öyküsünün ana başlıkları bile, inanın, abartı değil, bu köşeyi değil, bu sayfayı bile çok aşar… (Meraklısı için bir bilgisayar klavyesi uzaklığında…)
Ne var ki bu değerli bilim insanı da, sözünü ettiğim diğer hocam gibi, gündemin onca hengamesi içinde ıskalanıp gitti… Ya da tek satırlık birkaç küçük habere konu oldu… Hepsi bu kadar…
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji ve Prehistorya Bölümü’nde verdiği dersleri anımsıyorum… Her derse, asistanının (şimdi o da profesör) yüklendiği onca kitap, onca slaytla gelirdi… Bizden önce senelerde derslerine yalnızca öğrenciler değil, müzeciler, bir başka bölümün hocaları ve mezun etiği öğrenciler de girermiş. Ama birinci sınıftan dördüncü sınıfı kadar tüm sınıflar aynı anda ders verdiği için, dışardan dinleyici alınmasına son verilmiş… Derslerinin tümü on yıl sürerdi. Siz hangi dört yıla denk düşerseniz düşün, sonuçta görmediğiniz diğer yıllardan da sorumlu olurdunuz. Hiç unutmam, Hellenistik döneme ait bir yontuyu, her biri iki saat olan üç ders boyunca anlatmıştı… Hani konusunda “derya gibi derler ya “ işte öyle hocalardan biriydi…
Böyle bir hocanın Türkiye’nin en zengin arkeoloji kütüphanelerinden birine sahip olması da şaşırtıcı değildi… Ölünce ben ve birkaç arkadaşım bu kütüphanenin Türkiye’de kalması için çalmadık kapı bırakmadık… Bankalar, resmi özel kurumlar, vs… Değil onlara sahip çıkan , ilgilenen bile olmadı… Sorasında ailesinden öğrendik, alıcı gibi gelip , bazı önemli kitapların, paltoların altına gizlenerek çalındığını…
Bizim bilim insanlarımızın bir çoğunun sonrası,” yok artık… dedirtircesine şaşırtıcı olduğu denli de hüzünlüdür… Hüzün; onların yokluk ya da yoksulluk çekmesinden değil de (çünkü çoğu varlıklı kişilerdi), bizlerin onların birikimlerinden yeterince yararlanamayıp kültürel düzeyde yokluk ve de yoksulluk çekmemizdendir…
Yıllar önce Bilkent Üniversitesi’nde arkeoloji eğitimi gören yeğenlerimden birine bizim dönemimizdeki İstanbul arkeoloji bölümündeki Türk ve yabancı hocalarımızın adlarını saydığımda çok şaşırıp, “ biz onları hoca olarak değil, arkeolojinin efsaneleri diye tanıyoruz ” demişti…
Gerçekten de onların tümü “adamın biri” değil de, birer efsaneydiler….