Arşivler affetmez
Ara Güler bir söyleşisinde, bu coğrafyadaki arşivlerin yazgısını iyi bildiğinden, “Ben öldükten sonra arşivimi kilo ile satacaklar” demişti. Ama öyle olmadı. Birileri sahip çıktı.
Ama her arşivin şansı ne yazık ki Ara Güler’inki gibi olmuyor. Yalnızca sahipsiz kalmıyor, ayrıca hoyrat ellerde yok olup da gidiyor. Bu konuda sayısız örnekler var. Artık bir kent efsanesine dönüşen 30’lu yılların başındaki İstanbul Defterdarlığı’ndaki arşivin Bulgarlara satılması, ardından kimi kamu kuruluşlarına ait arşivlerin yakılıp yok olması, bizim “arşivleri imha tarihimizin” bağışlanmayacak olan ilk akla gelen örnekleridir.
Arşivcilik tarihinde SEKA denilince ilk akla gelen; kağıt imalinden çok kağıtların imhasıdır. Dünyanın gelişmiş ya da gelişmekte olan hiçbir ülkesinde bu durum, SEKA’daki kağıt katliamından daha büyük boyutlarda olmamış, hatta Nazi döneminde toplu halde yakılan kitaplar bile, bizimkilerinin yanında bir piknik ateşi kadar küçük kalmıştır. Kitapların çok baskılı, arşiv belgelerinin ise ünik, yani tek oldukları düşünüldüğünde bizdeki kıyımın hangi boyutlarda olduğu da ortaya çıkmaktadır…
İşin en acı ya da kabullenilemeyecek yanı ise, geçmişteki bu bağışlanmaz arşiv kıyımının günümüzde de aynı hızla değilse bile, benzeri bir şekilde devam etmesidir. Bunun hangi boyutlarda olduğunu anlamak için her hangi bir kuruma gitmek – bu ister özel ister kamu kuruluşu olsun – yeterlidir. Çünkü bu kuruluşların tümünün değilse bile birçoğunun arşivi ne yazık ki SEKA’dan geçmiştir.
Bu konuda verilecek örnekler sayılmayacak, akılda kalmayacak kadar çoktur. Örneğin darbe dönemlerinde arşivlerin başlarına gelenleri anımsayalım… Neler olmadı ki… Birçok sendikanın, derneğin, mesleki kuruluşun, yazılı ve görsel arşivleri çuvallar içinde alınıp götürüldü… Yıllar sonra geri istenildiğinde ise yok edildikleri söylendi. Üstelik bu kıyım, bu arşivleri en üst düzeyde saklayıp koruyanlar tarafından yapıldı.
Ya köklü üniversitelerimizin arşivleri, kitaplıkları, ne durumda? Seminer kitaplıkların yok edilerek tek elde ve mekanda toplanma yanılgısı, sonrasında toplandıkları depolardaki su basmalarıyla yok olup gitmeleri, birçok önemli kamu kurumlarının ses ve görüntü bantlarının tasarruf etme amacıyla üst üste silinip kullanılması, bir değil abartısız onlarca müze oluşturacak eski alet ve edevatları hurda niyetine bir kamu kuruluşundan bir diğerine verilip imha edilmeleri, kimi devlet kütüphanelerinin başlarına dert olduğu gerekçeleriyle ellerindeki afiş, fotoğraf ve benzeri malzemeleri nüfuzlu kişilerin vakıflarına “sanki babalarının malıymış gibi” hiçbir kayıta gerek duyulmadan hibe edilmesi, yine kimi kamu kuruluşlarının envanteri olmayan arşivleri, yine envantersiz olarak müzelere servis etmesi vs…
Yaşanılan günün karmaşasından geçmişe ait ne varsa önemsemeyip, onların geleceğe ilişkin değerlerini ıskalıyoruz… Böylece yalnızca geçmişin değerlerini değil, daha kötüsü, geleceğin belleğini de yok edip gidiyoruz…
Bir diğer anlaşılmaz çelişki ise; hem bir yandan arşivleri yok ediyoruz, hem de yok ettiklerimizden arda kalanları dünyada hiçbir bir ülkenin beceremeyeceği kadar koruyup saklayabiliyoruz… Öylesine koruyup saklıyoruz ki, onlara yakılıp yok edilenler gibi bir türlü ulaşamıyoruz…
Bir türlü arşivlerle yıldızımız barışamadı gitti… Bir yanda yitip gidenler, öte yanda ise, var olduklarını bilip de bir türlü ulaşamadıklarımız… Kısacası ikisi de bir başka dert…
NOTLAR:
Yazımın başlığı benim değil, alıntı. Güncel bir olaya karşı çıkan bir muhterem zatın, yıllar önce benzer bir olayda aksini yapması bir yazarın gözünden kaçmamış, o da iki görüşü yan yana koyarak “Arşivler Affetmez” diye yazmış. Gerçekten de arşivler hiç ama hiç affetmiyor… Kim bilir, belki de arşivlere olan antipatimiz bu yüzdendir…
Kapanmasını eleştirdiğimiz Taha Toros Arşivi, Marmara Üniversitesi bünyesinde tekrar hizmete sunuldu. Bu güzel arşivin bizlere sunulmasında katkısı olan herkesi kutlarız.