Artizlerin gözdesi devlet memuru!
Sinema filmlerinde, dizilerde oynayan ünlü bir hanım “sevgilim devlet memuru” demiş. Eskiden artiz takımından hanımlar, zengin rantiyelerle, kodaman çocukları ile gezerlerdi. Şimdilerde devlet memuru maaşı ile iktifa ediyorlar demek ki!
Tabi devlette de memur var, memur var. Kimisi maaşını alıyor işini yapıyor, kimisi bal tuttum parmağımı yalayayım diyor, bazısı ise bal tenekesini kucaklayıp dirseğini yalıyor…. Bir zamanlar Maserati’ye binen bir polis memuru vardı, ifşa olunca intihar etmişti. Millet şaşırmıştı, “bunca yolsuzluk-hırsızlık gözümüzün önünde olurken, bu polis kimin ayağına bastı da ifşa oldu acaba” denilmişti.
Türkiye’de yolsuzluk sorununun Özal ile başladığını iddia edenler var. Kimisi de sorunu Ak Parti iktidarına bağlıyor, Ak Parti’den önce halkımız “fazilet abidesi” imiş gibi konuşuyor! Keşke öyle olsaydı, daha dün başlayan bir probleme çözüm bulmak da nispeten kolay olurdu.
Oysa gerçek çok farklı. Türkiye’de yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırmanın en az beş yüz yıllık bir geçmişi var. Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme sürecini 1453 ile başlatır. Doktor’a göre İstanbul’un fethi, gücün zirvesidir ve ondan sonra gerileme başlar. Ama en önemlisi, İstanbul’u alıp sarayını oraya taşıyan Osmanlı, Bizans’ın siyasi hastalıklarını da bünyesine katmıştır. Fatih, artık “Kayser-i Rum”, yani “Roma İmparatorudur”. Müslüman-Türk dehası ile Roma’nın iki bin yıllık imparatorluk geleneği İstanbul’da kaynaşır. Ancak, Bizans’tan miras alınanların arasında bol miktarda entrika, ayak oyunu ve siyaset cambazlığı da vardır.
O zamana dek, diğer Gaziler (İlbler) ile aynı sofrada oturup yemek yiyen Sultan’ın sofrası ayrılıp bir kafesin arkasına konulmuştur. Çeşnicibaşı suikastlere karşı tetiktedir, padişah ikilik olmasın diye tahta çıkınca kardeşlerini öldürmek zorundadır…
Erişilmesi güç Sultan, kendisi gibi erişilmesi güç vezirler, şeyhülislamlar, kazaskerler atar. Onlar da erişilmesi güç diğer komutanları, kadıları ve memurları tayin eder. Devletin giderek “erişilmesi güç” bir hale gelmesi rüşvetin ve adam kayırmanın kapılarını aralar.
Fatih’in “tunç yasalarının” amacı, devletin varlığını Bizans oyunlarından korumaktır. Aşağı yukarı bir yüzyıl kadar başarılı olduğu da söylenebilir. Ama Bizans Sarayından bulaşan virüs, Osmanlı’yı hızla kemirir. Fuzuli’nin “selam verdim rüşvet değildir diye almadılar” diye yazdığı Şikayetname, tahminen 1540 tarihlidir.
Osmanlı’da bu kirlilik büyüdükçe devlet zayıf düşer, devlet zayıf düştükçe kirlilikle mücadele edemez hale gelir. Peki, sonunda yıkılan Osmanlı devletinin yerine kurduğumuz Cumhuriyet, bu konularda çok mu temizdir?
İki küçük örnek vereyim, gerisini siz düşünün. Atatürk, iş takipçiliği yaptığını öğrendiği Yunus Nadi’yi, bir gün Meclis koridorunda şöyle azarlar: “Yunus Nadi, nerede üç kağıtçı bir Yahudi varsa arkasından senin uzun kulakların çıkıyor. Sen Cumhuriyet’i yayınlayacak adam değilsin” Bunun üzerine Yunus Nadi Cumhuriyet’i bir süre kapatmak zorunda kalır.
Diğeri de herkesin malumu Bomonti Bira Fabrikası hikayesidir. Atatürk’ün, Çiftlik’te devlete ait bira fabrikası kurulması tasarısına İsmet Paşa şiddetle karşı çıkar. Atatürk, İnönü’nün Bomonti’deki fabrikanın sahipleri ile olan yakınlığını öğrenince olayın gerçek sebebini anlar ve deyim yerinde ise İnönü’nün üstünü çizer. Her ne ise… Çoğunluğu namusu ile çalışıp maaşı ile geçinen devlet memurlarımızı tenzih edip, baştaki konumuza dönelim. Bugün devlet memurları ile özel sektör çalışanları arasındaki ücret makası korkunç derece açılmış halde. Devlet memurları ücretlilerin en zengin kesimi haline geldiler. Hatta serbest meslek erbabını da geçtiler. Hak etmiyor değiller. Sorun onların çok alması değil, diğer emekçilerin az ücrete mecbur kalması.