Ata’mın öldüğü yaştayım
Ata'mın öldüğü yaştayım. Siyah-beyaz fotoğraflarda görüyorum onu keskin bakışlı… Bir eli ceketinin düğmelerinde askıda, diğer eliyle etrafındakilere bir şeyler anlatıyor. Güneş vurduğu saçlarının sarısı sanki bir ışık süzmesi gibi göz kamaştırıyor. Bir yurt gezisinde etrafındaki onca kalabalığa rağmen sanki bir tek o var gibi ışıldıyor. Adı devrim olan filmi yazan da o, başrolünü oynayan da...
Atatürk’ümün öldüğü yaştayım... O cepheden cepheye savaşıp bize devrimleri sundu, ben futbol topu peşinde koşturdum onun kurduğu Cumhuriyet sayesinde. Her 10 Kasım’da sanki daha yeni yitirmişim gibi, milyonlarca evlâdı gibi hala acısı içimde, gözlerim yaşlı saat 9'u 5 geçe sirenler çığlık çığlığa ağlarken onu özlemekteyim.
Sevgini söylemek istersin de hani kelimeler yetersiz kalır ya, işte öyle bir andayım. Söylemek isteyip de söyleyemezsin, kelimeler suçlu kılacak seni diye çaresizce susar içine atarsın. Koluna ismini dövme yapar, duvarına portresini asıp, kalbine sevgini saklar ve her 10 Kasım günü saat 9'u 5 geçe sirenler ağladığında gözlerinde yaşlar, kıpırdamadan Ata’nı sevgi ve saygıyla, hasretle anarsın.
Atatürk’ümün öldüğü yaştayım. Ölmek kelimesini kullanmak bile üzüyor beni, sanki onu yaralar gibi... Yine bir 10 Kasım ve yine Ata’m, zamansız, daha yeni ebediyet yolculuğuna çıkmış gibi... Sanki dün gibi Cumhuriyet’i gençlere emanet edip, “Köylü yurdun efendisidir” diye üreticisine sahip çıktığı söylemi... Nur içinde, huzur içinde yat Atam, sana ağlıyoruz ama nedeni senin bize bıraktığın emanete yeterince sahip çıkamadığımızın utancından, yoksa başka bir sebebi yok. Biliyoruz ki sen sonsuzluk yolculuğunda bizi görüyorsun ve biz her 10 Kasım günü mahcubiyet içinde seni hasretle anıyoruz...