Atatürk Kültür Merkezi’nin yazgısı
Yapıların da yazgısı olur mu demeyin… Bal gibi olur… Hele hele kimi yapıların yaşamı hangi işlevi üstlenmişlerse üstlensinler tıpkı insanlarınki gibi inişli-çıkışlı süreçlerden geçer. Bazı yapılar yaşamlarını huzur içinde geçirip tarihe geçerken, bazılarınınki ise Yeşilçam melodramlarını anımsatır biçimde “yok artık “ dedirtircesine bir dizi istenmeyen süreçleri yaşayarak acı bir biçimde noktalanır.
Yapıların yazgılarını belirleyen olgular yalnızca; yangınlar, depremler, ranta kurban ediliş ile kentsel dönüşümler ya da imar hareketleri değildir. Sayılanlar kadar olmasa da akla gelmedik kimi değişik olaylar/olgular da onların sonunu belirler. Örneğin, siyasal tarihimizin sayfalarında kara bir leke gibi duran 6-7 Eylül olayları, meydan açılmasına ilişkin hiçbir manisi yokken, yok yere kayıplara karışan D’aranoca Usta’nın dini mimaride ilk kez denenen, bir biblo güzelliğinde, art nouveau tarzındaki Karaköy’deki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Cami/mescidinin yok edilmesi gibi…
Ama nedense bu coğrafyada daha çok kültür-sanat işlevini yüklenen yapıların yazgısı mutlu sonla noktalanmayıp, Türk işi melodramlardaki gibi acılı, kırgın, hüzün dolu bir şekilde bitiyor ya da bitiriliyor. Yanan sinemalar (Elhamra), ranta kurban edilenler (Emek, Alkazar), ilgisizlikten kapananlar (Sine-Pop, Yeni Melek), değişim dönüşümlere uğrayanlar (Fitaş, Dünya, Taksim) gibi… Beyoğlu’nun Cadde-i Kebir’inde yer alan tiyatro yapılarının da sinemalardan pek farkı yok. Onlar da benzer hoşgörüsüzlüğün – belki de hoyratlığın- kurbanı… Sanki hepsi gösterdikleri film ve oynadıkları oyunların “mutlu” sonlarına değil de hep “kötü” sonlarına özenmiş gibi…
Beyoğlu’nun yazgısı en kötü yazılmış yapıların başında ise ne yazık ki Atatürk Kültür Merkezi geliyor. Bu yapının yazgısı daha doğarken kötü yazılmış ve yaşarken de hiç peşini bırakmamış. Mimar Kip ile mimar Rüknettin tarafından projesi çizilen, 29 Mayıs 1946’da temelleri atılan bina, ödenek yokluğu ile tamamlanmayınca Bayındırlık Bakanlığına devredilmiş, sonrasında mimarını değiştirerek, Hayati Tabanoğlu tarafından inşaatına devam edilmiş, bina onca badirelerden sonra nihayet 12 Nisan 1969 yılında İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete girme şansına erişmiştir. . Ama binanın onca zaman süren kötü yazgısı burada da bitmemiş, aksine yeniden bir kez daha yazılmaya başlanmıştır adeta… Kısacası; 23 yılda tamamlanmış olan bina, 27 Kasım 1970’de Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” oynanırken çıkan bir yangın sonucu bir gecede yok olup gitmiştir… Üstelik kendi yok olmakla yetinmemiş, o sıralarda içinde sergilenmekte olan IV. Murat’a ait bir kaftan, değerli bir Kur’an, ve yine aynı padişaha ait olan bir tabloyu da alevleri arasına alıp beraberinde götürmüştür. …
Ama binanın kötü yazgısı –ne yazgıymış be- burada da bitmemiş… Yine Tabanoğlu tarafından onarılan bina 8 yıl sonra, 6 Ekim 1978 yılında ikinci kez yoğun bakımdan yaşama dönmüş… Ama kader (!...) bu kez de peşini bırakmamış… Bir süre sonra 2005 yıllarında bu kez de bina, ekonomik ömrünü tamamlanmış olduğu için yıkılmak istenmiş… Bunun üzerine devreye hemen Kasım 2007’de İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu girmiş ve Atatürk Kültür Merkezi’ni 1. Grup kültür varlığı olarak tescil etmiş. Ve böylece bitkisel yaşamın içindeki binanın ömrü –ya da bitmeyen çilesi- biraz daha uzatılmış…
Ama kaderden kaçılmaz ki… Sonrasında tekrar yaşama döndürme projeleri başlamış… Ama ne çare ki yapılan her bir şey yetersiz ve de ekişiz kalmış. Derken gezi olayları, tartışmalar, karşı koymalar, yeri cami yapılacak söylentileri ve sonunda 10 Şubat 2019’da atılan ikinci temel… Vs…
Üç çeyrek asır içinde bir ölüp, bir dirilen bu yapı nihayet geçtiğimiz günlerde görkemli bir törenle bir kez daha açıldı. Tören anlamlı, yapı muhteşemdi… Herkes, ama herkes oradaydı… Yalnızca bu yapıya yaşam verecek sanatçılar ve de inatla kültür-sanat sayfalarına yer veren gazetelerin gazetecileri orada yoktu… Çünkü hiçbiri açılışa –unutularak değil aksine bilerek çağrılmamıştı- Doğal olarak ertesi gün sözü edilen bu gazetelerin ilk sayfalarına da bu açılış yok sayıldı… Açılmamış, sanki bu yapı hiç var olmamış gibi…
Bunun içindir ki, doya doya, onca zaman içinde onca badireler atlatmış bu yapıya, içten bir “Hoş geldin” diyemedik… Dedirtmediler bize… Sanki bir başka ülkede açılıyormuşçasına yabancı kaldık ona…
Ama yine de şükür etmeli. Beterden beteri de olabilir, açılışta ya intikamın soğuk yenilmesini hissettiren Hamlet ya da Othello sendromuna gönderme yapan bir başka eser de sergilenebilirdi…