Aydınlanmanın fosforlu ışığını taşıyan kadın: Suat Derviş
"Mürekkep, sigara ve demli çay kokusu sarmış, sigara dumanından insanların bile zor seçilebildiği Karabet Matbaası'nın daracık ve loş ofisinde sesler bir anda kesilir." Çünkü içeriye, şimdiye kadar sadece erkeklere ait olan bu mekana üstünde koyu renk yeldirmesi, saçları siyah bir çarşaf altında toplanmış, kırmızı boyalı dudaklarında hafif bir tebessümle koltuğunun altında Kara Kitap isimli ince bir dosya taşıyan bir kadın girmiştir. Bu kadın Suat Derviş'ten başkası değildir.
İnsanlar bu dönemde büyük toplumsal hareketlerin, savaşların, devrimlerin ortasında yaşam mücadelesi verirken bütün yıkımların enkazını kaldırıp yeni dünyayı inşa ediyordur. Kadınlar yenilik rüzgarında saçlarını savuracakları cumhuriyetle tanışıyorlardır. Jön Türkler'den bu yana Osmanlı'nın son döneminde dalga dalga yayılan hürriyet ve aydınlanma fikirleri Cumhuriyet ile uygulanabilir bir zemine oturmuştur. Kadına yeni bir toplumsal görev yükleyen cumhuriyet, kadını sadece iyi eş ve iyi anne olmaktan çıkarmış, onu erkekle omuz omuza üreten eğitimli bir meslek kadını olarak idealize etmiştir. Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan Suat Derviş ilk kitabını bastırmak üzere Karabet Matbaası'na girdiğinde bu idealdeki kadının ruhunu ve gururunu taşıyordur.
İzmir'in işgali sonrası Sultanahmet'te yapılan mitingde "Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zamandır ki, gün ışığı en yakındır" cümlesi ile tarihe geçen Halide Edip'i o büyük kalabalığın içinde dinleyen iki kişiden biri Suat Derviş'tir, onun yanında duran ise mitinge birlikte gittiği yakın dostu, gönül ilişkisi de yaşadığı Nazım Hikmet'tir. Memleket Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ölüm kalım savaşı verirken kadınlar hem cephede hem de fikri alanlarda mücadeleye katılırlar. Suat Derviş'in Halide Edip'in "kitleleri ayaklandıran kadın" görüntüsünden çok etkilendiği bilinir.
Aslında Suat Derviş'in bu ilerici ve devrimci değişimleri ve mücadeleleri kolayca benimsemesi çok da şaşılacak bir durum değildir. Suat Derviş'in yaşam izleğinde ailesine ve yetiştiği ortama baktığımızda bunun nedenleri apaçık önümüze serilir.
Babası İsmail Derviş devlet desteği ile Fransa'ya tıp okumak için gidenler arasındadır. İstibdat dönemindeki baskılardan kaçıp Fransa'ya sığınanların oluşturduğu Jön Türk hareketine İsmail Derviş de dahil olur. Tıp alanında seçtiği alan kadın doğumdur. Daha sonra Moda'da geçecek olan uzun yıllarında şöhretli bir doktor haline gelecek, saraydaki doğumlar için de çağrılacaktır. Yaşamı boyunca özgürlükçü, eşitlikçi ve aydınlanmacı fikirlere sahip olup evlatlarına gösterdiği babalık vazifesinde de bundan taviz vermeyecektir. 31 Mart gerici ayaklanmasında Suat Derviş henüz küçük bir çocukken, İsmail Derviş İttihat ve Terakki yanlısı olduğu için evleri kurşunlanacaktır.
Suat Deviş'in annesi Hesna Hanım ise Arapça, Farsça, Fransızcayı ana dili gibi konuşan, Batılı tarzda yaşayan, çarşafa girmeden önce ata binen, kürek çeken bir kadındır. Memleketi için hürriyet hareketlerine her daim katılmış, hatta Namık Kemal'in “Vatan Yahut Silistre” piyesini oynatmak için bir hanımlar komitesi kurulmasına önayak olmuştur.
Böyle bir anne ve babanın evladı olan Suat Derviş hem yazar, hem gazeteci, hem de bir kadın olarak çağının öncüsü olmaktan geri durmamış, mücadeleci bir yaşam tarzını benimsemiştir. Halkçı fikirlerle kuşanmış, Cumhuriyet değerlerinden beslenip sol ideolojiye emek vermiş bir ilerici portre olarak karşımıza çıkmaktadır.
BAŞINI ÖNE EĞMEYEN KADIN
1900'lerin başında dünyaya gelen, 1908 Devrimi'ni, 1. Dünya Savaşı'nı, Milli Mücadele yıllarını, sonrasında kurulan Cumhuriyet'i ve inkılaplarını, 2. Dünya Savaşı’nı , 27 Mayıs'ı görmüş bu kadın, toplumsal ve tarihsel çalkantıların içinde ayakta durmaya çalışırken öte yandan edilgen yaşam tarzının dayattığı birçok şeye meydan okuyup, etkin bir kadın olarak gazeteciliğe adım atar. Bir yandan edebiyatta büyür, bir yandan da kişisel umutlarının, aşklarının, çelişkilerinin iç içe girdiği evlilikler yapar. Gençlik aşkı Nazım Hikmet, son aşkı ise dönemin TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner'dir. Bu arada başından üç evlilik geçmiştir. Her ne kadar ilerici ve aydın profilli erkeklerle karşılaştığını düşünse de yaşamını büyük tutarsızlıklar çevrelediğinde bu dirençli ve özgür ruhlu kadın boyun eğmez. Nazım Hikmet "Gölgesi" şiirinde Derviş için şöyle der; "Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; / Bir kere eğemedim bu kadının başını."
1920’lerde başladığı gazetecilik yaşamı daha sonra edebiyatçı kimliği ile birleşecek olan Derviş'in “Resimli Ay”, “Son Posta” ve “Cumhuriyet”ten sonra dahil olduğu “Tan” gazetesi onun bu iki yönünün birbirine kaynaşmasında ve yaşama bakışında önemli bir dönüm noktası olacaktır. 1936'dan sonra ve gazeteciliğini ispatladığı yıllarda Tan'a geçmiştir. Sertel’lerin, alt üst olan dünyanın karmaşık politikasını incelikle takip ettiği gazetesi, Hitler'in dünyaya kan ve gözyaşı getirmesine az bir süre kala röportajlar yapmak ve ülkelerin siyasetlerini yerlerinde gözlemlemek amacıyla çalışanlarını belirli ülkelere gönderir. Birkaç dile anadili gibi hakim olan Suat Derviş dünya tarihini sosyalist devrimle derinden etkilemiş olan Sovyetler Birliği'ne gönderilecektir. Bu onun yaşamında büyük bir dönüm noktası olacaktır.
Öyküler, fıkralar, romanlar, eleştiri yazıları kaleme almış olan Suat Derviş'in hem ürettiği eser yelpazesi geniş hem de içinde bulunduğu edebiyat dönemi bir o kadar zengindir. Yazarın büyük değişim ve dönüşüm dönemine denk gelen yaşam tanıklıkları bunda önemli bir etkendir. Suat Derviş hikaye ve romanın palazlandığı, dilin yapaylıktan arındırılıp halka yaklaştırıldığı, sosyal konuların, memleketin durumunun roman ve hikayelere dahil edildiği Milli Mücadele dönemi edebiyatının ağırlıkta olduğu bir dönemde yazın hayatına girmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin gibi isimler dönemin önemli eserlerini veren yazarlardır. Daha sonra genç cumhuriyetin çıkardığı Takrir'i Sükun Kanunu sonrası edebiyat da çekingen bir noktaya evrilmiş, ferdi konular ağırlık kazanmış, popüler roman edebiyatta yerini genişletmiştir. Ancak 1923-1940 tarihleri edebiyatın büyük bir çeşitlilik ve zenginlikle ilerlediği dönemdir. Bir yanda Milli Mücadele döneminden gelen toplumcu gerçekçi yazarlar, bir yanda Nazım Hikmet, Sadri Ertem, Sabahattin Ali gibi sosyalist gerçekçilik çizgisinde eserler veren yazarlar, işçi edebiyatına yönelik yazanlar, köyün ve köylünün edebiyata girdiği eserler, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarların okurla buluştuğu, Sait Faik gibi özgün hikayeciliği doğuran isimlerin boy gösterdiği bir dönemdir bu.
Bu fevkalede edebiyat ortamında Suat Derviş bize iki dönem olarak ele alabileceğimiz bir edebiyat çizgisi sunar. 30'larda aklına düşen "Niçin, nasıl ve kimler için yazmalı" sorusu onu yaşam tecrübesinin de rüzgarıyla başka bir kulvara taşır. Bu dönüşümü Suat Derviş Son Posta'da 1936'nın Nisan ayında verdiği şöyleşide şöyle anlatır; "Zavallı Suad Derviş, (bu satırlarda, kendinden üçüncü tekil şahıs olarak bahseden bizzat Suat Derviş'tir) dedi, ilk romanını 16 yaşında bastırdı. Bunun mesuliyeti o zavallı çocukta değil, o çocukça yazıları cazip kapaklar içinde basanlarda idi. ...Fakat sen onun bu son senelerde yazdıklarını okudun mu? Büyüyüp aklını başına aldıktan sonra ve etrafını kendisine gösterildiği gibi değil, kendi gözleriyle görmeye ve kendi tenkit kabiliyetiyle tetkike başladıktan sonra yazdıklarını?"
Servet-i Fünun'a verdiği bir röportajda ise şöyle der; "Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra kendim kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle, ve muhitle alakası olmayan bebekler ve onlara kâh Zehra, kâh Fatma, kâh Zeliha isimlerini koydum. Onları ben yaratmıştım. Hayat değil. (...) Ben rüya gördüm, hayatı tanımıyordum. (...) Artık rüya görmüyorum. (...) Beni bebekler değil, insanlar alakadar ediyor. Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden, çok daha zengin, çok daha cazip."
SUAT DERVİŞ EDEBİYATINDA DEĞİŞİM DÖNEMİ
İlk dönem eserlerinde aşkın çeşitli hallerini, çıkmazlarını ve bireyin buhranlarını, sıkışmışlıklarını ele aldığı görülürken SSCB'yi ziyareti sonrasındaki dönemde "toplumcu gerçekçi" bir edebiyat çizgisi izlemeye başlamıştır. 15 yaşında yazdığı “Kara Kitap” romanıyla başladığı romancılık hayatının ilk dönemlerinde dahi, keşfedilememiş, okunmayan bir yazar değildir Suat Derviş. Her zaman geniş kitlelerce kitaplarının okunduğu bilinir. Bu sebepledir ki hakkında "popülist" bir yazar tanımlaması yapılacak, bu "popülist" imgesi "toplumcu" eserlerini verdiği dönemlerde de onun yakasını bırakmayacaktır. Dönemin pek çok eleştirmeni popülist roman ile toplumcu romanı iki ayrı şey olarak ele alır. Oysa Suat Derviş'in geniş kitlelerce okunuyor olması onu salt popülist bir romancı yapmadığı gibi toplumcu çizgiden muaf da tutmayacaktır. Buradaki "popülist" kavramı Derviş'in ilk dönem ideolojiden uzak, aşk, kıskançlık, ölüm gibi konular üzerine yoğunlaştığı, romantik ögelerin ağırlıkta olduğu eserleri için kullanılır. Bu "popüler yazar" imgesi onu edebiyat tarihinden dışlanır konuma getirmiştir. Bunun yanında yazarın anlaşılamamasının en büyük nedenlerden biri de "onun kitap haline getirilemeyen çok sayıda romanına erişilememiş olunması"dır kuşkusuz. (bkz: Sosyal gerçekçilik anlayışı ve Suat Derviş'in romanlarında yapı, tema, anlatım, Şenol Aktürk, 2010) Ancak üretken bir yazar olan Derviş'in korku ögesini Türk edebiyatına ilk getirenlerden, ilk işçi romanını yazanlardan olduğunu düşündüğümüzde popülist-yüksek edebiyat tartışmasındaki bulanıklık berraklaşır.
Sanat anlayışında bundan sonra yürüyeceği çizginin amacını şöyle açıklar Derviş; "Edebiyatta yapmak istediğim şey, memleketimin bugünkü sosyal, düşünce ve estetik değerleri arasındaki denkliği yansıtmak, içinde yaşadığım, içinden çıktığım cemiyete lisan verebilmektir." 1931 yılında "Emine" romanı ile başladığı, sosyal adaletsizlik vurgusuna 1937 yılında toplumcu gerçekçi romanın bütün özelliklerini taşıyan "Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır" eseriyle devam eder. Çağdaşları Sabahattin Ali'nin, Nazım Hikmet'in içinde bulunduğu, gerçekliği aktarmakla sınırlı kalmayıp bunun üstüne sanatçının mücadele ve yaratıcılığını da koyan toplumcu gerçekçi yazarlar halkasına Suat Derviş de eklenmiştir. Toy bir genç kızken girdiği edebiyat dünyasına yıllar sonra bilinçli duruşuyla meydan okuyan bir yazar haline gelmiştir. Erkeklerin köşe başlarını tuttuğu fikri hayatta, artık düşünen ve üreten kadınlar da yerlerini almaktadır.
"Hitler'in görünmez bir ruh gibi her yere sızdığı" bir dönemde Türkiye'de gizli örgütlenmesini sürdüren TKP'nin sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik yazarın sanatsal dönüşümüne büyük ivme kazandırmıştır. Sanatın ideolojik boyutunu keşfeden Suat Derviş TKP'nin gayri resmi yayın organı niteliğinde olacak olan, yıllar önce yakın arkadaşı Neriman Hikmet Öztekin ile birlikte çıkarmayı denedikleri ancak kısa süre sonra kapatmak zorunda kaldıkları Yeni Edebiyat dergisini yeniden çıkaracaktır. Türkiye'de aydın tabakanın yazılarıyla dolu olan bu dergide Suat Derviş Payami Safa'nın "Bir Tereddüt'ün Romanı", Refik Halid'in "Çete"si ve "Sürgün"ü, Halide Edip'in "Yol Palas Cinayeti" ve "Tatarcık"ı, Şüfufe Nihal'in "Yalnız Dönüyorum"u, Hüseyin Rahmi'nin "Utanmaz Adam"ı gibi Türk edebiyatının önde gelen pekçok romanı toplumcu gerçekçilik kavramının gereklilikleri açısından ele alır, zaman zaman ağır bir şekilde eleştirir.
Yeni Edebiyat'ın iki temel ilkesi vardır; faşizmle mücadele ve barış. Derginin ilkelerini açıklarken "Bizim barış kavramımızın içinde, faşizmi yere sermiş, dövüşçü bir barışın, yağmurdan sonraki dinginliği vardı. Barışa dövüşe dövüşe, vuruşa vuruşa varılacaktı." diyor Derviş. 1941 kasımında sıkıyönetimce kapatılan derginin ardından tevkifatlar, kaçışlar, hapishane günleri görecektir Suat ve Reşat Fuat Baraner çifti. Uzun ayrılıklar yaşayacaklardır. O dönemlerde baskılara dayanamayan Suat Derviş beş parasız bir halde soluğu Fransa'da alacak, orada Europe dergisi çevresine dahil olacak, Louis Aragon, Picasso gibi isimlerle aynı ortamları paylaşacak, sohbetler edecektir.
KARAKOLDA AYNA VAR
1972 yılında ölümüne kadar hem yazın hayatını hem de politik mücadelesini devam ettiren yazar, 1968 yılında daha sonra iki kez sinema filmine dönüşecek olan, tiyatro olarak sergilenen, hemen hemen yazarın en bilinen eseri haline gelen Fosforlu Cevriye'yi yaratır. "Karakolda Ayna Var" türküsü de bu romandan bize yadigar kalır.
Liz Behmoaras'ın "Efsane Bir Kadın ve Dönemi" kitabı Suat Derviş'in hayatını bize sunan önemli bir kaynak. Burada bir yazarın kişisel yaşam serüvenine şahit olurken bir yandan da tarihsel bir kesitin politik ve edebi akışını gözlemleme şansına ulaşıyoruz. Anlaşılacağı üzere bugün önemli kadın romancılarımız arasına girmiş, zaman zaman unutulan bir yazar olsa da günümüzde hala "Fosforlu Cevriye" dendiğinde adını anmadan geçemeyeceğimiz Suat Derviş, kendi yaşamıyla bize büyük bir gerçekçi roman sunuyor aslında.
Cumhuriyet'in özgür, başı dik, üreten, ürettiğini bölüşen ve paylaşan, yüksek zümreden gelmesine rağmen halkıyla bütünleşmiş ve Cumhuriyet temellerinin üzerinden bir sosyal adalet idealiyle ilerleyen, edebiyatın zirvesine tırnaklarını kanata kanata tırmanan, bütün bunların yanında zaafları, endişeleri, umutları, korkuları ve korkusuzluklarıyla bir büyük kadın Suat Derviş. Aydınlanmanın fosforlu ışığını üzerinde taşıyan bir kadın.
Suat Derviş
Efsane Bir Kadın ve Dönemi
Liz Behmoaras
Doğan Kitap
376 s.