‘AYDINLIK VAR OLDUKÇA AYDINLIKTA DOLAŞIN’ (Tolstoy)
Fikirlerine değer verdiğimiz bir dostumuz, yazılarımızda fazlaca karamsarlık bulduğunu söylediği için, bugünkü yazımıza daha olumlu bir konu arıyoruz. Elimizde, ileride yazı konusu olur diye küçük not kağıtlarına yazdığımız yüze yakın fikir var. Onları karıştırıyoruz olumlu sayılabilecek, eleştirmekten ziyade çıkış gösterecek bir konuya yoğunlaşmak için. Yazı konusu ihtimalleri arasında neler yok ki!: “TRT Nağme radyosundaki tüm şarkıların iki gözü iki çeşme sözlere sahip olması, Spartalılarda evlilik metodları, Perikles’in demokrasisi şimdilerde bize yutturulan demokrasiden daha mı iyiydi sorusu, insanların artık birbirlerini aramamasının ardındaki sosyal gerçekler, Türk belediyeciliğinin yerlerde sürünen halleri, küreselleşmenin yaydığı pislikleri nasıl temizleyeceğiz konusu, Türkiye’nin ölümlü kazalarda bir numara olmasının sosyolojik sebepleri, müziğimizin ille de çok sesli mi olması gerek fikirleri...” Sonra farkına varıyoruz ki, sorun bizim kendimizde. Kafamızı insanlığın içinde bulunduğu sorunlara takınca, hemen her konu “olumsuz ve karamsar” gibi geliyor ilk bakışta. Çünkü hemen her yerde, insanoğlu bir sorunlar denizinde yüzmek zorunda bırakılıyor.
SÜREKLİ BİR GEÇİŞ DÖNEMİNDE MİYİZ?
Ama insanlığın, bu fani dünyada bugüne kadar geçirdiği zamanları hatırlayınca, aslında gelişmenin asıl yönünün, hep olumluya doğru olduğunu da hemen görebilmekteyiz. Bakmayın nostaljiye takılıp “o eski güzel günler” edebiyatını çoğumuzun yaptığını. Eskiden yeniye doğu gelişim, evrim de olsa devrim de olsa, bizim irademizden bağımsız oluşuyor zaten. Yani şahıs olarak tek tek bize sorulmuyor bu sürecin nasıl olacağı. Bizler, bu süreçlerin ilerlemesini sağlayan işçi karıncalar halinde görev yapıyoruz, tarihin tekerinin ileriye doğru dönmesinde. Elbette, biz kendi zamanımızda olan bitenin tam da ortasında olduğumuz için, genel gelişmenin hep iyiye doğru olduğunu düşünmeye enerjimiz bile kalmıyor. Ve mevcut halimizden nasıl kurtulacağımıza kafamızı takıp, orada esir oluyoruz. Çünkü insanlık hep bir “sürekli geçiş döneminin” ortasında bulunuyor. Hayat başka hiçbir şeye aldırmadan, kendi rotasında büyük bir sabırla, hiç durmadan devam etmekte. Onun, etrafta olanı biteni düşünmek ve tahlil etmek gibi bir endişesi de yok. Çünkü, hayatın kendisi zaten etrafta olan bitenin toplamından ibaret oluyor. Dolayısı ile, bizim gibi sürekli tahlil edip yönünü bulmaya çalışma zorunluluğu yok onda. Tarih, hiç durmaksızın saat saat, gün ve gün ilerlerken, hayatımızı da zaten yazmış oluyor.
‘YA YA KIZKARDEŞLİĞİNİN İLAHİ SIRLARI’
Ve bizler ölümlü insanlar olarak, kafamızı hep “hayat ne kadar kısa” kısmına takıyoruz, bu alemdeki bize tahsis edilmiş zamanımız ile ilgili olarak. Çok seneler önce okuduğum Rebecca Wells’in “Ya Ya Kızkardeşliğinin İlahi Sırları” adlı romanın kahramanı olan, New York şehrinde depresyon içindeki genç kadına, New Orleans’tan yaşlı anneannesinin söyledikleri aklımıza geliyor her zaman. Yaşlı siyahi kadın, teselli için torununa “evet yavrum, hayat kısa ama çok da geniş” diyordu romanda. Genç kadının içinde bulunduğu hallerden dolayı, bunu fazla yaratıcı olarak yorumlamadığı romanın sonucundan belli olmuştu. Ama hayata sadece uzunluğu açısından bakıp, onun bu boyutunu hiç aklımıza getirmediğimize şaşırmıştım, ilk okuduğumda.
Evet, evrenin ve dünyamızın yaşını hatırlayınca, insan aklının alamayacağı bir uzunluk görüyoruz. Ama kendi hayatlarımızı düşününce, bu uzunluk hayal kırıklığı yaratacak kadar kısa gibi geliyor bize. Elbette dünyamızın yaşı olan 4,5 milyar sene ile insanoğlunun yaş ortalaması olan 80 seneyi karşılaştırınca, hayal kırıklığına uğramamak mümkün mü?
700 BİN SAATTE NELER YAPABİLİRSİNİZ?
O zaman, bu fani alemde bize bahsedilen ve “ömür” adını verdiğimiz zaman diliminin sadece uzunluğuna değil de, genişliğine de bakmak gerek belki de. Aslında küçük bir matematik ile, hayatın uzunluğunun, o kadar küçük olmadığının farkına da varmamız gerek bizce: 80 senelik bir ömür ile, tam tamına 29 bin iki yüz gün, 700 bin sekiz yüz saat ve 42 milyon kırk sekiz bin dakikalık bir varlık ihtimalimiz var yeryüzünde. Yani bu muazzam süreyi, yaratıcı ve üretici şekilde kullanmayı becerebilsek, hiç de küçümsenecek ve hayal kırıklığı yaşanacak bir süre değil bu. Bizler bu süreyi düzgün kullanamamanın suçunu hayatın kendisine atıp, “hayat ne kadar kısa” deyip geçmekteyiz. Hayatın kendisinin, bize bakıp “daha ne olsun, 29 bin iki yüz günlük süre verilmiş sana, becerip de iyi kullansana!” dediğini duyar gibiyiz. Bizce, geçmiş hayatınıza bakıp da, detayları hatırladığınızda tatlı bir yorgunluk duymuyorsanız, bu ömrü öyle fazla yaratıcı geçirmemişsiniz bile denebilir. Hayat yolunda yaptığınız kilometreler, yarattığınız güzellikler, çözdüğünüz problemler, el verdiğiniz dostluklar, en basit hayat konularına bile ürettiğiniz çözümler, size tatlı bir övünme fırsatı veriyor olabilmelidir. Böylece, o 29 bin iki yüz günlük hayat maceranızda, doya doya yaşamış olduğunuzun farkına varacaksınız.
TEK GİRİŞLİ, ÇOK ÇIKIŞLI HAYAT SAHNESİ
Gelelim, hayatlarımızın öteki boyutuna, yani “genişlik” kısmına. Bu boyut, hayatımızın “kısalığı” boyutundan biraz daha karışık elbette. Hayatı boş bir torba olarak görenlerimizin sayısı oldukça kabarık diyebiliriz. Hatta arabesk bir yaklaşım ile “tesadüfen doğmuşuz, mecburiyetten yaşıyoruz” diyen milyonlarcamız da var, bu yeryüzünde. İşte tam da bu noktada, “hayatın genişliği” boyutu önümüze milyonlarca seçenekler sunarak kendisini göstermekte. Burada ise, bizlerin yaratıcılığı, gayretkeşliği, üretkenliği sahneye girmekte. Elbette “kaderciliğin” bir hayat tarzı ve felsefesi haline geldiği Türkiye’mizde, seçenek aramak ve daha iyisi için gereken bedeli ödemek cesaretini göstermek biraz az rastlanan bir tercih.
AYDINLIK VARKEN KARANLIĞI TERCİH ETMEK Mİ?
Ama bizim de çok sevdiğimiz Amerikalı tarihçi ve felsefeci Will Durant’ın söylediği gibi “Hayat, tek girişi ama birçok çıkışı olan bir tiyatro sahnesidir” ne de olsa. Sahneye girişimizde fazla bir irademiz olmasa da, hayat tiyatrosundaki rollerimizi oynamamızda ve oyun bittiğinde, sahnenin hangi çıkışından oyunu terkedeceğimiz konusunda oldukça fazla irademiz olduğunu düşünenlerdeniz. Yani bu hayat tiyatrosunda, “çaresiz ve edilgen zavallılar” halinde değiliz hiçbirimiz. Hiç telaş etmeden, hayatlarımız hakkında ne kadar erkenden belirli planlar yapabilirsek, bu sahnedeki hayat maçına, 1-0 önde başlamak gibi bir şansımız olmakta. Bu noktada “coğrafya kaderdir, ya da kader değildir” türünden karamsar hükümlere fazla aldırmamak gerek. Yeter ki hayatlarımızın erken zamanlarında, bize bağışlanan bu muazzam şansın farkına varalım ve Tolstoy’un Hayatın Anlamı kitabında dediği gibi “Aydınlık var oldukça, aydınlıkta dolaşın”.