Banka iflasları ve derinleşen kriz -2
ABD’de Silicon Valley Bankası’nın batmasıyla başlayan banka krizine karşı yükselen eğilim, ekonominin piyasanın insafına terk edilmesi değil, düzenlemelerin sıkılaştırılması. Düzenleme pek çok şekilde olabilir. En olağanı, bankaların verdikleri kredilere ve yaptıkları yatırımlara oranla daha fazla öz sermaye bulundurmalarını sağlamaktır. Bir diğeri ise spekülatif yatırımlar için yaptıkları borçlanma miktarını azaltmaktır. Dolayısıyla, en sonuncusu 2008’deki küresel mali çöküşün ardından getirilen “Basel III” olan çok sayıda bankacılık kuralı vardır.
DÜZENLEMELER İŞE YARAMADI
Bu noktada üç sorun var: Birincisi, düzenleme işe yaramıyor çünkü kurallara uyan bankalarda bile çöküşler devam ediyor (örneğin Credit Suisse). İkincisi, birçok banka kurallarla oynuyor ve düzenleyicileri yanıltmaya çalışıyor. Üçüncüsü, kapitalist hükümetler, sadece finans sektöründe değil, aynı zamanda üretken sektörlerdeki borçlular için de yatırım yapmayı veya kredi vermeyi zorlaştıran ve karlılığı azaltan kuralları gevşetmek için sürekli baskı altında.
1970’lerde büyük ekonomilerde sermayenin karlılığı düştüğünde, 1980’lerin neoliberal hükümetlerinin politikalarından biri, sadece finans alanında değil, çevre, ürün piyasaları ve işçi hakları alanlarında da düzenlemeleri ‘şenlik ateşine’ çevirmekti. 2007-8’deki Küresel Finansal Çöküş’e kadar geçen otuz yılda, ticari bankacılık ve yatırım bankacılığı arasındaki engeller de dahil olmak üzere düzenlemeler silip süpürüldü. Bankaların büyük miktarda borçlanmasına ve her türlü ‘kitle imha aracı’ (Warren Buffet) ihraç etmesine izin verildi.
GÖLGE BANKACILIK GENİŞLİYOR
Gerçekten de, Margaret Thatcher’ın 1980’lerde bankacılıkta her şeyi serbest bırakan ‘büyük patlama’sından sonra, ‘deregülasyon’a başkanlık edenler sosyal demokrat hükümetler oldu: ABD’de Clinton ve İngiltere’de Blair. 2004 yılında Başbakan Gordon Brown, finans devi Lehman Bros’un yeni Canary Wharf ofisinin açılışını yaptı ve “Lehman Brothers geçmişe gururla, ileriye umutla bakabilen büyük bir şirkettir.” diyebildi! Birleşik Krallık finans sektörünün nihai çöküşü ekonomiye GSYH’nin yüzde 7’si gibi bir rakama, kamu sektörü borcunda büyük bir artışa ve o zamandan beri kalıcı olarak düşük büyümeye mal oldu.
Deregülasyon, modern bankacılık sistemini, finansal varlıklar üzerinde spekülasyon yapan ya da en tepedeki yüzde 1 ve çok uluslu şirketler için vergiden kaçınma cennetleri için kanal görevi gören bir dizi dev ‘hedge fon’ yöneticisine dönüştürdü. IMF’nin de kabul ettiği gibi: “Pek çok ülkede, varlık yöneticileri gibi ihtiyatlı düzenleyici çevrenin dışında kalan yeni gölge bankacılık ve piyasa temelli finans biçimleriyle ilişkili sistemik riskler birikiyor olabilir ve bankalar üzerinde yenilenmiş yayılma etkilerine yol açabilir”.
‘İYİ YÖNETİCİLER’ ÇÖZÜM DEĞİL
Merkez sol, daha fazla düzenleme dışında herhangi bir çözüm üretemiyor gibi görünüyor. Liberal ekonomist Joseph Stiglitz’i ele alalım. Küresel Finansal Çöküş sırasında, gelecekteki çöküşlerin, doğru olanı yapacak kadar akıllı olan ‘yolsuzluğa bulaşmamış düzenleyicilerin’ güçlendirilmesiyle önlenebileceğini öne sürdü: “Etkili düzenleme, buna inanan düzenleyiciler gerektirir. Bu kişiler, düzenlemeden fayda sağlayanlar arasından değil, düzenlemenin başarısız olmasından zarar görebilecekler arasından seçilmelidir.” Bu tarafsız danışmanlar nerede bulunabilir? Onun cevabı: “Sendikalar, sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ve üniversiteler.”
Ancak 2008’de başarısız olan ve şimdi de başarısız olan tüm düzenleyici kurumlar, bu profile sahip ekonomistlerle iyi bir şekilde görevlendirilmişti, ancak yine de işleri yanlış yapmayı başarıyorlar. 2011’te çıkan “Finansal Kriz Mühendisliği: Sistemik Risk ve Düzenlemelerin Başarısızlığı” isimli kitapta Jeffrey Friedman ve Wladimir Kraus, Stiglitz’in iddiasına karşı çıkmaktadır. Friedman ve Kraus’un gözlemlerine göre: “ABD Merkez Bankası ve benzeri kurumlarda karar verme yetkisine sahip personelin neredeyse tamamı (finans alanında) üniversite eğitimi almış yetkin ekonomistlerdir.”
CHICAGO PLANI PARADOKSU
Önerilen bir diğer çözüm de Martin Wolf ve bazı solcu post-Keynesyenler tarafından desteklenen Chicago Planı’dır. Aslında bu plan, 1930’larda Chicago Üniversitesi’ndeki bir grup ekonomistin Buhran’a tepki olarak ticari bankaların özel sektöre kredi sağlaması ile para yaratması arasındaki bağın koparılmasını savunan bir fikriydi. Tüm mevduatların kamu sektörü borçları ya da banka karları ile desteklenmesi gerekeceğinden, özel bankalar kredi vererek mevduat yaratma gücünü kaybedecekti. Gerçekte, kredilendirme doğrudan hükümet tarafından kontrol edilecektir. Bankalar hala özel mülkiyette olacak, ancak kredi veremeyeceklerdir. İronik bir şekilde, var olabilmek için hedge fonlar gibi düpedüz spekülatif yatırım operasyonlarına dönüşmek zorunda kalacaklardı. Bu da bankacılık sisteminde eskisinden daha fazla istikrarsızlık yaratabilir. Chicago Planı ancak bankalar kamu mülkiyetine geçirilir ve genel bir finansman ve yatırım planının parçası haline getirilirse işe yarayacaktır. Ancak bu gerçekleşirse Chicago Planına gerek kalmayacaktır.
BANKACILIK KAMU HİZMETİ OLMALI!
Hiçbir zaman öne sürülmeyen şey, modern bankacılığı tıpkı sağlık, eğitim, ulaşım vb. gibi bir kamu hizmetine dönüştürmektir. Eğer bankalar bir kamu hizmeti olsaydı, hane halklarının ve şirketlerin mevduatlarını tutabilir ve daha sonra bunları sanayi ve hizmet yatırımları için ve hatta devlete borç verebilirlerdi. Ulusal bir kredi kulübü gibi olurdu. Böylece devlete ait bir bankacılık sistemini demokratik ve halka hesap verebilir hale getirebiliriz. Bu da doğrudan seçilmiş kurullar, üst düzey yöneticiler için maaş sınırı ve yerel katılım anlamına gelir. 2012 yılında Slovenya’daki Emek Çalışmaları Enstitüsü’ne böyle bir fikir sunmuştum. Bırakın hükümetleri, herhangi bir sol parti tarafından böyle bir şeyin önerilmesini beklemeyin.
AVRUPA’DA GİDİŞAT FARKLI DEĞİL
Bu hafta Federal Rezerv ve İngiltere Merkez Bankası (BoE) ‘enflasyonla mücadele’ için faiz oranlarını arttırmaya devam edip etmeme konusunda karar vermek üzere toplanıyor.
Artık bildiğimiz gibi, bu politika istikrarsızlığa ve banka çöküşlerine neden oluyor ve büyümeyi düşürüyor. Bu arada, (çekirdek) enflasyon büyük ekonomilerde yılda yüzde 5-6’nın üzerinde ‘yapışkan’ olmaya devam ediyor. Avrupa Merkez Bankası (AMB) son toplantısında, faiz oranlarını yükselterek enflasyonla mücadele etmek ile finansal istikrarsızlık arasında “ödünleşim olmadığını” savunarak faiz oranını daha da arttırdı. Ancak bunun doğru olmadığı çoktan kanıtlanmıştır.
AMB, Avrupa bankalarının ‘dirençli’ olduğunu ve ABD bankalarından bile daha iyi durumda olduğunu iddia ediyor. Bunu Credit Suisse tahvil sahiplerine söyleyin. Avro Bölgesi’nde banka kredileri hızla daralıyor. Ocak ve şubat ayları arasında 61 milyar avro azalarak 2013’ten bu yana en büyük aylık düşüşü yaşadı. AMB, kredi verenlerle yaptığı üç aylık ankette, bankaların işletme kredilerindeki kredi kriterlerini 2011’de bölgedeki devlet borç krizinden bu yana en fazla sıkılaştırdığını itiraf etti. İpotekli konut kredilerine olan talep rekor bir hızla düştü.
MERKEZ BANKALARININ KARARI
Fed, ECB ve BoE daha fazla banka batana ve ekonomiler resesyona girene kadar sıkılaştırmaya devam edecek mi? Yoksa finansal bir erimeyi önlemek için politikayı duraklatacak ya da tersine mi çevirecekler? Pek çok finans kuruluşu duraklama çığlıkları atıyor ve piyasalar bu beklentiyle yükseliyor. Ancak bir Fed üyesinin çeyrek puanlık bir faiz artışını desteklerken gözlemlediği gibi, “Fed’de Powell’ın geçtiğimiz yıl yeniden tesis etmek için büyük çaba sarf ettiği güvenilirliği korumak gerekiyor. Bu noktada bunu bırakmak isteyeceğini sanmıyorum.” Zira Fed, böyle keskin dönüşler yapmaz. Yoksa yapar mı?