22 Aralık 2024 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Başka bir sanat'ın olanakları üzerine

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Aşağı yukarı aynı içerikte bir yazıyı ele almayı düşünürken “Başka bir Sanat Mümkün mü?”* başlıklı kitap elime geçti. İçlerinde Alaaddin Şenel, Ali Artun, Emre Zeytinoğlu, Feyyaz Yaman ve Sungur Savran gibi tanıdık isimlerin olduğu 14 yazar ve sanatçının bağımsız makalelerinden oluşan bir kitap. Başlıkla verilen -en azından bendeki- algı ve ilk izlenim, kapitalizm ve metalaşma üzerinden sanatta tıkanmanın, anlamsızlaşmanın ve çoraklaşmanın kaynakları ve nedenleri konusunda ciddi bir sorgulama ve tartışma mı açıyor acaba biçimindedir.

Kitabın “Sanat, Siyaset, Estetik İlişkisine Eleştirel Yaklaşımlar” alt başlığı, ülkemizdeki entelektüel ilgi ve arayış dikkate alındığında oldukça iddialı ve kapsamlı bir tartışma umudu uyandırıyor. Sanat ve edebiyattaki geçtiğimiz kırk yılın çölleştirici, sığlaştırıcı ve içeriksizleştirici başat eğilim düşünüldüğünde, Türk aydını ve okur-izleyicisinin beklentisi, böyle bir umudun da ötesinde olması gerekeni ruhunun, bilincinin deriniklerinde duyan bir haklılık taşıyor. Bu umut, yazarlarının çoğunun olduğu gibi, kitabı hazırlayan Kadıköy Nazım hikmet Kültür Merkezi ile bağlantılı Atölyealtı Sanat Kolektifi'nin de sosyalizmi savunduğu düşünüldüğünde, sosyalistler ve devrimciler açısından beklentiyi daha da yükselten bir anlam kazanmaktadır.

Ayrıca arka kapak tanıtım yazısında postmodernizmin tipik özelliğini oluşturan “her şeyin sanat, herkesin sanatçı kabul edildiği günümüzde sanat alanının giderek silikleştiği” vurgusu yapılmakta. Buna, aynı kapak yazısındaki “avangart sanat postmodernizm koşullarında varlığını sürdürebilir mi?” sorusunu ve değişik versiyonlarını da ekleyebiliriz. Böylece günümüz kültür-sanat dünyasındaki krizin niteliğine, derinliğine ve “başka”, “yeni”, “karşıt” ya da “ilerici-toplumcu”, “toplumsal gerçekçi” bir sanatın, sanat anlayışının olanaklarının tartışılmasına girmiş oluyoruz. Gönlümüzden geçen, yürekten istediğimiz bu tabii... Ama acaba kitaptaki tartışmalar buna ne kadar olumlu, çözüm ve çıkış konusunda üretici ve doyurucu yanıt verebiliyor? Ne yazık ki burada yollar iyice çatallaşmakta, çıkmaz sokaklar çoğalmakta, “rivayetler muhtelif”leşmekte...

Her ne kadar “rivayetler muhtelif” desek de, -ki “rivayetler” en olumludan en olumsuza geniş bir yelpazedir- kitaptaki yazar ve sanatçıların bütün farklı ele alış, vurgu ve yorumlarına karşın, esasta, estetik-sanatsal nitelik ve yeni bir sanatsal açılım açısından, bazı cılız önermeler dışında dişe dokunur ve anlamlı fazla bir şeye rastlanmıyor. Hiçliğin, boşluğun muhtelif “teorik-estetik” sergilenimleri dışında. Neden? Çünkü, bütün makalelerin ufku, küreselci ve birey merkezli modernist ve postmodernist sanat anlayışıyla sınırlı. Batı merkezli dekadan postmodern sanat anlayışını aşma enerjisinden yoksun bu sınırlılık, sözkonusu sanat anlayışının, modern çağın sanat ve estetik birikiminin ve avangardın (öncü sanatın) günümüzdeki tek mirasçısı ve en ileri, en yeni ve özgürlükçü biçimi olduğu yanılgısına dayanmaktadır.

Kitabın içeriğinde açıkça görüleceği gibi, 19. ve 20. yüzyılın sanat ve edebiyat akımlarına büyük ölçüde damgasını vuran Gerçekçilik, Toplumsal Gerçekçilik ya da Eleştirel Gerçekçilik gibi diğer önemli sanat anlayışları ve akımları açıkça yadsınmamakla birlikte, fiilen yok sayılmakta, görmezden gelinmekte. Bizde “Güncel” ya da “Çağdaş Sanat” olarak adlandırılan postmodernist sanat, kitapta bütün tartışma ve çıkarımların odağında yer alıyor. Dolayısıyla, mevcut egemen sanat ortamına ve anlayışına yönelik bütün önemi küçümsenemez eleştirilere ve çözüm/çıkış, tasavvur çabalarına karşın, “Başka bir sanat” iddiası ve arayışındaki bu bakış açısıyla fazla anlamlı, iyimser olmaya değer bir sonuç çıkmamaktadır. Özellikle de bütün dinemikleriyle dünyanın geleceğini belirler hale gelen Türkiye, Avrasya ve ezilen dünyanın gerçekliği düşünüldüğünde.

***

Kitabın bütününe ilişkin bazı soruları ve temel eleştirileri içeren bu genel girişten sonra savlarımın gerekçelerini açıklamaya çalışacağım. Elbette bunun önemli bir boyutunu, “başka bir sanat”tan ne anlıyoruz ve neden mümkün ve kaçınılmaz olduğu sorusuna yanıt oluşturacak.

En başta şunu söylemeliyim: Sanat deyince genellikle, kendini, görsel sanatlar olarak adlandırılan resim, heykel ve kısmen sinemayla sınırlayan bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Genel olarak sanatın sorunları tartışıldığında bile bu “görselci” dar bakış, sanatın diğer türleriyle, edebiyat, tiyatro, müzikle ilgili, başka deyişle onları da kucaklayan ya hiç bir fikir ileri sürmüyor, ya da bilerek/bilmeyerek onlar dışta tutuyor. Bu yaklaşımın iki temel nedeni olabilir. Ya diğerlerini sanattan saymayan bilinçli kibirli ve bencil bir kısımcılık sözkonusu. Ya da diğer sanat dallarıyla ilgili cehaleti gizlemenin ve -madem sanatın geneliyle ilgili iddialarda bulunuyorsun- bunun gereğini yapma sorumluluğunu ve erdemli tavrını gösterememenin bir örtüsü/kılıfı olarak bu yapılıyor. Acaba bu yaklaşım, Akademi (DGSA) merkezli kibirlilikten kaynaklanan bir kısımcılık olabilir mi?

Böyle olunca da, dilimizde “sanat ve edebiyat” olarak ifade ettiğimiz sanat, tarihsel arka planı incelenirken daha bütünsel yaklaşılmasına karşın, günümüz somutunda bu bütünlüktan nedense uzaklaşılıyor. Ya “sanat” ya da “edebiyat” olarak parçalanıyor; tiyatro ve müzik de çoğunlukla “sanat ve edebiyat” teorilerinin ve tartışmalarının dışında kalıyor. Dolayısıyla estetik ve sanat felsefesi ve teorisiyle, sanat pratikleri birbirlerini kaçınılmaz olarak etkileyen ve tamamlayan bütünlük içinde ele alınmıyor. Durum böyle olunca da sanatın bütün kapsamı ve derinliğiyle tartışılması mümkün olmuyor.“Başka Bir Sanat Mümkün mü” kitabının, düzeyini, derinleşmesini sınırlayan, belki de en önemli nedenlerden biri, bu tek yanlılıktır.

Buradan çok önemli bir noktaya geliyoruz: Sanatla toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki. Bir çok karmaşık lifler, halkalar, düğümler, zincirler vb içeren bu bağ, bütün farklılıkları, çeşitlilikleri içinde evrensel bir bütün olarak kavranmadıkça tam olarak anlaşılamaz. Çünkü, dünyanın ve toplumsal gerçekliğin estetik anlatımını sadece resimle (görsel), sadece şiirle ya da sadece müzikle sunabilmek olanaksızdır. Onların toplamı ancak, gerçekliğin, doğanın, toplumun estetik anlatımını ve böylece yaratıcı bir şekilde yeniden üretimini sağlayabilir.

Sanat dalları arasındaki bu kopukluğun ve mesleki dar görüşlülüğün ya da çıkarcılığın, kaçınılmaz olarak da sanat ve edebiyatın genel ve temel sorunlarına ilişkin tartışmalardaki sığlığın, çapsızlığın ve verimsizliğin kanımca ana nedeni, sorunun felsefi boyutu konusundaki ilgisizlik ve yetersizliktir. Başka deyişle bunu, Türk aydınında yaygın olarak var olan kolaycılık, popülerlik kaygısı, bütünlüğü kavramada sebatsızlık, derinleşmenin çilesinden kaçış ve kopyacılığı tercih eden kişiliksizlikle de açıklayabiliriz. Bütün bu zaafların odağında ise, ulasal, tarihsel köklere yabancılaşma, yani köksüzlük oluşturuyor.

Çünkü, bütün sanat dallarında içerilen ve temel bir ilke olarak özünde var olan amaçsızlıktaki amacı, dünyayı, toplumu ve insanı değiştirme, insanı yabancılaşmadan kurtararak bütünlüğüne kavuşturma idealini, ancak felsefi düzeyde, yani doğa-toplum-birey bütünselliğinde kavrayabiliriz. Hele, günümüz iletişim teknolojisinin, kolaycılığı, hazırcılığı, geçmiş ve gelecek kaygısından kopmuş günübirlik tüketiciliği özendiren etkisini de dikkate alırsak, felsefi bütünsel bakışın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Felsefi bütünsel bakış derken, hiç kuşkusuz sadece sanat felsefesini, estetiği kastetmiyoruz. Bu önemli olmakla birlikte, sanat ve estetiğin doğa ve toplumbilimleri içindeki yerini ve onlarla ilişkisini vurgulamak istiyoruz. Sanatın en has ve özgün tanımı olan “dünyayı değiştirme”, “yeni bir dünya, yeni bir insan yaratma” misyonu/görevi, kendiliğinden dünyayı, toplumu çağın gerçekliğinde ve bütün canlılığı ve olanca şaşırtıcılığı içinde tanımayı zorunlu kılar.

***

“Başka bir Sanat Mümkün mü?” kitabında özellikle tartışmaya değer kavram ya da başlıkları şöyle sıralayabiliriz: Sanatın özerkliği; Avangard ve “neo-avangard”; sanat ve kapitalizm ilişkisi; sanat ve siyaset ilişkisi; Marksizim ve sanat ilişkisi; küreselleşme, postmodernizm ve sanat; küreselci ayaklanmalar, estetik ve direniş... Bu başlıklar bile, Türkiye gerçekliğinde, sanatın toplumla ve toplumsal özgürleşme bağlamında bireyin özgürleşmesiyle, emperyalizme ve ortaçağa karşı mücadeleyle, insanlığın dörtte üçünün hâlâ temel bir sorunu olan uluslaşma ve çağdaşlaşma sorunuyla, sanatın çevre ve küresel bir felaketin habercisi küresel ısınma vb sorunlarıyla fazla bir bağının olmadığını gösteriyor. Sadece başlıklarda değil, makalelerin içeriğinde de, bazı istisnalar dışında, bunları gözlemlemek mümkün.

Oysa, başka bir sanatın mümkün olup olmadığı, tamamen başka bir dünyanın, başka bir toplum ve başka bir insanı yaratmanın mümkün olup olmadığıyla bağlantılı olduğu açıktır. Çünkü sanat, dünyayı, hayatı yeniden yaratmak idealini taşıyorsa içinde, yukarıda belirttiğimiz gibi her sanat anlayışının ve sanatsal etkinliğin arkasında dünyaya farklı bir bakış, bir dünya görüşü, başka deyişle yeni bir dünya ütopyası, projesi ya da ideolojisi var demektir. Demek ki öncelikli soru, yeni bir dünya, yeni bir insan yatamak mümkün mü sorusudur. Bunu mümkün görmeyen, zaten kaçınılmaz olarak çöküşün, çürümenin, umutsuzluğun ve en somut anlamda gününü yaşamanın felsefesini yapar.

Yukarıda “istisnalar var” demiştik, örneğin kitabın en birikimli yazarlarından Ali Artun, modern sanatın ve modernist akımın gelişimini “sanatın özerkliği” bağlamında ele alıyor. Bunu yaparken son derece önemli ve yerinde tespitlerde bulunuyor, ama kötüye gidişe, çöleşmeye ilişkin bazı önemli eleştiri ve uyarılar dışında, çıkış ve seçenek konusunda nerdeyse hiç bir öneri sunmuyor. Aslında seçeneksizlik, çıkışsızlık bütün kitabın özetidir diyebiliriz. Artun, şu yerinde tespitleri yapıyor: “Bundan böyle sanat artık toplum için, devrim için, iyilik, güzellik, insanlık için değil, kendi içindir (abç -mu): 'Sanat sanat içindir.' Böylece sanat hayattan kopar. Hatta Bürger'e göre, bu kopma bizzat sanatın içeriğidir artık. 'Sanat sanatın içeriği haline gelir', veya başka bir deyişle 'sanatın biçimi içeriği olur.' Gerçeklik sanatı terk etmiştir. Mallarme ve Velaine'nin şiiriyle bu estetizm yüzyıl sonunda sınırlarına gelir” (s.62).

Artun'a göre sanat, 20. yüzyılda, “özerkliğini radikalleştirerek bir karşı kültür inşa eder. Ve giderek kendisini de, sanatı da karşısına alır ve anti-art (anti-sanat) bir harekete dönüşür.” Avangart ise, “hayalin akıl üzerinde, düşün gerçeklik üzerinde, bilinçaltının bilinç üzerinde gücünü göstermek için savaşır. Ancak biliyoruz, avangard iktidar davasında yenik düşüyor. Yıkmak istediği kurumlara ve hayata teslim oluyor” (s.63) Nasıl ve neden teslim oluyor? Bunlar açıklanmıyor nedense. Çünkü tam da burası, modernist sanatın, “özerklik” adına toplumsal ve siyasal gerçeklikten, yeni bir toplum ve yeni bir insan yaratma idealinden uzaklaştığı, bireyin yalnızlığına ve toplum karşıtlığına kendini hapsettiği noktadır.

Bunu başka bir yerde Artun kendisi dile getiriyor. Son elli yılın postmodern sanat ve gerçeklik ilişkisine baktığımızda yukarıdaki ifadeyi, hayalin aklı, düşün gerçekliği, bilinçaltının bilinci dışlaması olarak yorumlayabiliriz. Avangartın “yenik düşmesi” yani sisteme teslim oluşu, ABD emperyalizminin, Toplumcu / Toplumsal Gerçekçi, Eleştirel Gerçekçi sanata karşı, modernist soyut sanatı yücelterek açtığı savaşla da bağlantılı kuşkusuz. Modernist-soyut, soyut-dışavurumcu sanat, anlamsızlığı, hiçliği, toplumdışılığı, bireyin çürümüş ruhsal tepkilerini öne çıkararak, gerçeğin düşmanı emperyalizmin ideolojik-kültürel egemenliğine büyük bir hizmette bulunuyordu. Özellikle 1945'lerden sonra CIA denetiminde soyut, soyut-dışavurumcu, pop-art vb sanat patlamasının nedeni buydu.(1)

Başlangıçta, ütopyacı sosyalistlerce yaşamı ve toplumu değiştirme amacıyla ve bunda sanatçıların oynayacağı öncü rolle bağlantılı bir işlev yüklenen Avangart sanat (öncü sanat), modern çağın bütün sanat akımları için ortak bir özellikti aslında. Ne var ki bu kavram çarpıtılarak, kapitalizmin kendini yenileme ihtiyacının bir uzantısı olan, özü reklama dayanan, kültür ve sanattaki bütün gelip geçici, moda, tüketici kitlelerin gözünü boyamayı amaçlayan sahte, yapay yeniliklerin “estetik” bir kılıfına dönüşmüştür. Bu nedenle, modernizm ve postmodernizmle bağlantılı bütün avangart nitelemeler, postmodernizmin karşı-sanatının bir eklentisi niteliğindedir; gerçek içeriğine tamamen yabancılaşmıştır.

Ali Artun'un, sonuç olarak, bir seçenek, bir çıkış sunmamakla birlikte, postmodern çöküş ve karşı-sanat kültür(süzlüğ)ünü vurgulayan şu cümleleri çok önemli: “Neyin ifade edileceği dahil bütün yönetimin, iktidarın, sponsor kurumlar adına davranan küratörlere devrolduğu bienal gibi gösterilerde sanatın özerkliğinden söz açmak oldukça zordur. Beş asırdır sanatın adım adım, çarpışa çarpışa inşa etiği özerklik, hayal gücünün kudreti, düşüncenin bağımsızlığı tehdit altındadır” (s.64).

Ne ilginçtir ki, sözkonusu tehdidi yaratan sanat anlayışı, başlangıçta sanatın gerçeklikle, toplumla ve toplumsal devrimlerle ilişkisini -dayandığı emperyalist burjuvazi adına- kopartmak için Kant'a dayanarak “sanatın özerkliği”nin şampiyonluğunu yapıyordu. Çünkü, küratörler ve bianeller üzerinden “çağdaş sanat” artık uluslararası sermayenin denetimine girmiştir; özerkliğe ihtiyaç kalmamıştır. Özetle, sanat her zaman, toplumların gelişmesini sınıflar mücadelesi belirlediği sürece, şu veya bu sınıfların ideolojik-kültürel alanlarının dışında yer almamıştır. Özerklik, ancak bu sınırlar içinde ve sanatçının bireysel yaratım sürecinin gerektirdiği özgürlükle tanımlanmış. Bu nedenle soyut ve sınırsız bir özerklik, gerçeklik dışıdır, boş hayaldir.

***

Sanat ve siyaset ilişkisini ele alan Emre Zeytinoğlu, “iktidar her yerdedir” diyen Foucaultcu postmodern bir anlayısı benimseyerek, sanat ve siyaseti, bildiğimiz toplumsal ve siyasal gerçeklik içinde bir bağlamdan kopartarak ele alıyor. Bu nedenle, iktidar her yerde olduğuna göre sanatçı-öznenin de bu nesnel toplumsal gerçeklikte özerkliğinin imkansızlığını iddia ediyor. “Sanatın amaçsızlığı”ndan yola çıkarak, sanatçının, hiçbir toplumsal, siyasal süreçte yer almaması, ama kendi özek alanına kaçarak -bu nasıl bir siyasetse- “sanatın siyaseti”ni üretmesi öneriliyor: “(...) sokaktaki [yani toplumsal hayattaki -mu] siyasi pratiğe kayıtsız şartsız teslim olmaksızın, başka bir gerçeklik sunumu [her neyse -mu] ve başka bir neden sonuç ilişkisi bağlamında...”(s.148).

Peki toplumsal nedensellik dışında ya da onunla bir biçimde bağlantılı olmayan bir nedensellik olabilir mi? Yazar bunu sezmiş olmalı ki, işi belirsizliğe, bilinmezliğe bırakıyor kendini kurtarıyor: “Sanatın, kendine ait bir siyaset üretmesi adına sokaktaki pratikten kopabilmesi mümkün müdür? Bu, başlıbaşına bir tartışma konusudur...” diyerek (s.148).

Burada Zeytinoğlu'nun nesnellikten öznelliğe kaçışını, öznelliği gerçeklik karşısında belirleyici duruma yükselten yaklaşımını görüyoruz. Ona göre, öznelin, sanatçının kendini keşfetmesi toplumsal gerçekliğin içinde değil, onun dışında estetik bir varoluş dünyasında gerçekleşebiliyor. Bu bakış, postmodern kuramcıların altını çizerek vurguladığı gibi, özne olmadan, özne onu düşünmeden dünya diye, nenellik-gerçeklik diye bir şey yoktur; biz onu düşündüğümüz, kurguladığımız için gerçeklik vardır, diyen öznel idealist bakıştır.

Diğer yandan, iktidarın “her yerde” olmasıyla öznenin ortadan kalktığı teorisi, çeişkili bir şekilde Nietzsche'ye bağlanıyor. Nietzsche'nin öznenin topluma karşı “üst insan” olarak -bütün “toplumsal dayatmalar”ın, onun eşitlikçi, paylaşmacı, kadını özgürleştirici bağlamlarından kopartılmış ve onlara karşı olarak- sanata sığınması bir çözüm oluyor. “Estetik anlamda bir sanat yapıtı öznenin kendini keşfetmesini sağladıkça, toplumsallığın dayattığı tüm gerçeklik sınırlarının aşılabilmesine yardımcı olmaktaydı. (...) Toplumsallık içinde eriyip giden özne sanata yakınlaştıkça, onun sayesinde “kendi”ni, yani “ben”i yeniden tanıdıkça, sanat, özneyi toplum karşısında diri tutabilen, onu koruyan, eriyip gitmesine engel olan bir şey diye anıldı. Sözün kısası özne, toplumsal gerçekliğin sınırlayıcı dayatmaları karşısında sanat yoluyla hayatta kalabiliyor, 'ben' oluşunu yine sanata borçlanıyordu (abç -mu). Böylece sanat, özne ve toplumsal dayatmalar arasındaki çatışmada yer almakta tam anlamıyla siyasileşti” (s.149).

Özetle, buradan çıkan sonuç şudur: Başka bir sanatın imkanı, modernizmin toplumsal temelini oluşturan, insana karşı ve çürüyen bir nitelik taşıyan kapitalizmin batağındaki birey-öznenin topluma karşı ve düşman bir konumda tükenen, ruhsal bunalım içinde çırpınan yalnızlaşmasında aranıyor.

Estetik üzerine yazan Ezgi Bakçay, küreselci-postmodern kültür ve sanatın ezber ve kalıplarını çok daha açık bir biçimde ortaya koyuyor. O da “başka” bir sanat ve estetik seçeneği olarak bula bula toplumsalın yerine “zengin deneyim alanı” olarak bedenin yağmalanmasını öneriyor. “Bedenin özgürleşmesi” söylemiyle savunulan bu yağmalanmanın postmodern Batı kültüründeki somut karşılığı, cinselliğin sınırsızlığı, eşcinsellik, lezbiyenlik, bütün bunların enseste varan pornolaşmış biçimlerindan başka bir şey değildir. Yazar, “toplumsallığa zorla giydirilmiş deli gömleğinin yırtıldığı uyumsuzluk anları” olarak değerlendirdiği bu deneyimlere “estetik” bir anlam vermeye çalışıyor. “İnsan bedeninin güçlerinin bütünüyle özgürleşmesi için gerçekleşen eylemlerin tamamı estetik olmasa bile, politik olduğu kadar estetik de olan eylemler toplumsallığa zorla giydirilmiş deli gömleğinin yırtıldığı uyumsuzluk anlarıdır.” İşte bütün estetik deneyim, sanatsal özgünlük, Nietzsche'nin “geçmiş ve gelecek diye bir şey yoktur, anını yaşa” dediği bu birey merkezli “uyumsuzluk” anlarıdır.

Ezgi Bakçay'ın “Sanat, Yalan ve Mümkünler Evreni” başlıklı sözkonusu yazısında başka bir estetik olarak yapabildiği ikinci öneri de, bayat, sığ ve sıradanın, yani bilinenin tekrarlarından öte bir anlam taşımıyor. “Bir protesto gösterisi ya da patronsuz üretim deneyimi, bir pazar günü öğleden sonra aylakça gezinmek, bir senfoni dinlemek, bir toplantıda oturma düzenini değiştirmek, yaşamı beden için estetik deneyime dönüş[tür]ebilir” (s.222).

Sanat ve siyaset ilişkisine en somut yaklaşımı Aylin Kuryel ve Begüm Özden Frat'ın “Küresel Ayaklanmalar çağında Estetik ve Direniş” başlıklı makalesinde görmekteyiz. “Günümüzde sanat üretiminin ve kurumlarının karşı karşıya kaldığı çetin sorunlardan bir tanesi, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanları kökünden sarsan küresel ayaklanmaların nasıl içerileceği sorunudur” (s.203) deniyor. Bu yazıda, en son 1908 kriziyle bütün boyutlarıyla çoktan çökmüş, iflas etmiş, emperyalist yalanların son biçimi olan küreselleşme projesi içinden, kapitalist sistemi “sarsan” bir “küresel ayaklanma”ya bağlanıyor umut, hâlâ.

Bu, eylemlerin gerçekleştiği en “umut verici” günlerde bile boş bir umuttu ve büyük bir yanılgıydı aslında. Çünkü, sözkonusu “küresel ayaklanma”nın toplumsal-ekonomik temellerini, ulusal devletlerin tasfiye olduğu ve uluslar üstü ya da uluslar arası tekeller ile dünya emekçilerinin karşıkarşıya geldiği bir mücadele sahnesi oluşturuyordu. Oysa son on yılın gerçeklerinin de ortaya koyduğu gibi, mücadelenin eksenini, küreselci emperyalizm ile ezilen uluslar başta olmak üzere ulusal devletler oluşturuyordu. Dolayısıyla, dünyanın geleceğini, Türkiye, Hindistan, Çin, İran, Mısır, Brezilya'nın başını çektiği ezilen ve gelişmekte olan uluslar belirler hale gelmiştir. Özünde sınıfsal olan mücadele bugün ulusal bir içerik ve biçime bürünerek sürmekte.

Dolayısıyla, Sanat ve edebiyatın özgürce gelişmesinin ve yetkin ürünler vermesinin önündeki engel olan küresel kapitalizme karşı mücadele ulusal bir çerçevede sürüyor. Ulusal çerçeve, bütün aydınlanmacı, akılcı, demokratik, ilerlemeci, evrensel çağdaş ilke ve değerlerin hâlâ ana yatağını oluşturuyor. Bunu anlamı şudur: 21. yüzyıl gerçekliğinde yeni bir insan ve yeni bir toplumun dinamikleri, dolayısıyla “başka”, farklı, yeni bir sanatın, duyarlılığın, üslubun gelişmesinin toplumsal, düşünsel-ruhsal enerji kaynağı, artık Bat'da değil Doğu'dadır.(2)

***

Toparlarsak,“Başka Bir Sanat Mümkün mü?” kitabı, emperyalist kültür ve sanatın günümüzdeki biçimi postmodernizmin sınırlarını aşamamaktadır. Bütün “yenilikçi”, “yaratıcı” önerilerin onun ufkuyla sınırlı olduğu Batı'ya egemen bu kültür ve sanat alanının içinde çıkış arayan bir içerikle yazgılıdır. Yazgısı bu olan bir dağın fare doğurmaktan başka bir verimi de olamaz. Dolayısıyla, “başka bir sanat”ın kendini ortaya koyması, günümüzde hâlâ egemen ve 40 yıllık sanat ve edebiyatta çölleşmenin ve çürümenin asıl nedeni olan, kitap yazarlarınında bir olgu olarak kabul ettiği, birey merkezli postmodern sanat ve estetik anlayışına karşı çok yönlü bir tavır alıştan geçmektedir.

Bu tavır alış, deyim yerindeyse, 80'lerde başlayan küresel karşıdevrimle bir kenara itilen ve aşağılanan, sanatta içeriği ve anlamı, niteliği, etikle bağını koparmadan estetiğe taşıyan Gerçekçi ve Toplumsal ya da Eleştirel Gerçekçiliğin, salt biçimci anlamsızlığa ve hiçliğe başkaldırısıdır. İnsanlığın günümüzde yaşadığı toplumsal, kültürel, etik, estetik krize karşı, yeni bir dünya umudunu içinde taşıyan, odağını emperyalizme karşı dünyanın oluşturduğu büyük devrimci dönüşümler gerçekliğinin, yani içeriğin bütün zenginliği ve benzersizliğiyle, özgünlükleriyle biçimsel, estetik anlatımını bulma çabasıdır.

Sanatın tarihini iyi incelersek, sahte değil gerçek anlamda sanat alanındaki bütün “başka”lıkların, bütün yeniliklerin, yaratıcı-devrimci atılımların temelinde büyük toplumsal yenilikler, büyük devrimler vardır. Bireyin yaratıcılığının, dehasının beslenme kaynağı da işte bu toplumsal gerçekliğin insanı özgürleştirip yetkinleştirici enerjisidir.

Sonuç olarak, başka bir sanat ve edebiyatın dinamiklerini ve enerji kaynaklarını, ancak köklü toplumsal-ekonomik, kültürel değişim ve dönüşümlerle bağlantılı olarak düşünmek zorundayız. Daha doğrusu, dünyayı değiştirme talebinin ve mücadelesinin yaşandığı toplumlar, yeni bir sanatın enerji kaynağı olabilir. Bunun da mekanı, coğrafyası Asya'dır, Afrika'dır, Latin Amerika toplumlarıdır, çağımızda. Kültürel bir çürüme ve çöküş yaşayan Batı, ne yazık ki bu dinamizmini büyük ölçüde yitirmiştir.

Sözkonusu köklü değişikliğin en önemli göstergesi, insanı ve sanatı boğan, çürüyen kapitalist-emperyalist bireyci sisteme karşı alternatif toplumcu, kamucu bir dünyanın dinamiklerinin, bütün eksiklerine, kusurlarına karşın, Asya'dan yükseliyor olmasıdır. Önümüzdeki yıllarda daha da belirgin olarak göreceğimiz gibi, en heyecan verici, en yüksek, en derin, en zengin, insani açıdan en anlamlı sanat ve edebiyat hareketlerinin, yapıtlarının ve etkinliklerinin beslenme kaynağı artık Doğu'dur, Avrasya'dır.

Dipnotlar:

* Başka Bir Sanat Mümkün mü – Sanat, Siyaset, Estetik İlişkisine Eleştirel Yaklaşımlar / Atölye Sanat Söyleşileri, Derleyen ve Yayına Hazırlayan Serhat YüksekBağ, Patika Kitap, İstanbul, 2019.

1 Daha geniş bilgi için bkz. Mehmet Ulusoy, Çürümenin Estetiği, Berfin Yayınları, İstanbul, 2019.

2 Bu konuda bkz: Mehmet Ulusoy, Çürümenin Estetiği; Ayrıca Aydınlık.com.tr gazetesindeki makalelerim.