23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bavul, ot bilmem ne… Elinizi edebiyatımızdan çekin!

Cemil Gözel

Cemil Gözel

Eski Yazar

A+ A-

Arkadaşım Emrah Maraşo’yla birlikte Ankara Kitap Fuarı’nı gezerken bir tezgahın önünde şaşkınlıkla durduk. Renk renk kitap kapaklarının üzerinde Stefan Zweig’in daha önce hiç duymadığımız öykü ve roman isimleri yazıyordu. İyi birer Zweig okuru olsak da bir iki kitabının ismini bilmiyor olabilirdik ancak nerden baksanız ona yakın ayrı kitap vardı ve biz hiçbirinin ismini duymamıştık. Dolayısıyla ilgimizi çekti.

Tezgahı biraz daha gezince Balzac’dan Jack London’a, Marks’tan Rosa Lüxemburg’a kadar onlarca yazarın ismini duymadığımız kitaplarıyla karşılaştık. Üstelik bu kitapların hiçbiri yetmiş sayfayı geçmiyordu. Şaşkınlığımız yerini öfkeye bıraktı. Çünkü kitapları inceleyince şunu gördük: Roman ve öyküler parçalara ayırılarak kısaltılmış, tek bir cümlenin dahi çıkarılmasının bağlamı altüst edeceği makaleler bir paragraflık aforizmalara indirgenmiş, kitaplara uydurma isimler verilmiş!

Kuşkusuz bu durumun iki ayağından birisi, yayıncılık piyasası üzerindeki devlet denetiminin gevşekliğidir. Ancak bu, başka bir makalenin konusu. Meselenin bir diğer ayağı ise, sanat eserine ve yaratıcısına karşı işlenen cinayet!

Üstelik bu durum son yıllarda azımsanmayacak ölçüde artış gösteriyor. Hiçbir anlamı olmayan isimlerle çıkan sözde edebiyat dergileri, her ay onlarca sanat değerini postmodernizmin beşiğine yatırıp, beşiği pirelere sallatıyor. Kimin olduğu muğlak iki-üç aptal dizenin altına anlı şanlı şairlerin isminin yazılarak piyasaya sürülmesi ve bu sahte ürünlerin rahatlıkla alıcı bulabilmesi tartışmaya değer bir konudur. Çünkü ortada kimsenin sesini çıkarmadığı, aksine herkesin alkışladığı bir cinayet var ve edebiyatın, cinayeti çözecek Sharlock Holmes rolünü artık üstlenmesi güncel ve öncelikli bir mesele haline geldi.

UYDURUKÇULUK VE İNDİRGEMECİLİK

Sosyal medyanın olumlu onlarca özelliği var, say say bitmez. Ancak onlarca olumsuz özelliği de var. Bunlardan birisi indirgemecilik. Yüz kırk karaktere sığdırmak adına herkes fikrini atomlara ayırabilir, beni ilgilendirmez. Ancak kimse, yüz kırk karaktere sığdıracağım diye bir şiiri parçalara ayıramaz. Ayırırsanız o şiir olmaz. Sadece şiir değil, roman ve öykü için de geçerlidir bu yargı. Sanat ve edebiyat sosyal medya araçlarına sığdıracağım diye parçalanıp bölünürse bağlamından kopar, anlamı altüst olur ve sonucunda bir muğlaklık doğar. Fazıl Hüsnü Dağlarca yaşasaydı bu pazarlamacıları bastonuyla Kadıköy’den Taksim’e kadar kovalardı.

Hele siz bunu adına dergi dediğiniz kağıt yığınlarının üzerinde yapmaya kalkışırsanız silahların çekilmesi kaçınılmaz hale gelir. Çünkü bu ülkede esaslı bir edebiyat dergiciliği geleneği vardır ve bizim kimseye, onun mezarını kazma ve toprağına tükürme izni vermeye niyetimiz yok. Eğer siz edebiyat dergisi çıkarmak gibi bir işe kalkışıyorsanız, benim bu alanda söyleyecek sözüm var diyorsunuz. Bu da ciddiyet gerektirir, birikim gerektirir, alana hakimiyet ister. Öyle kıçınızı avuçlarken viskinizi yudumlayarak, google’da karşınıza ilk çıkan cümlenin altına Turgut Uyar yazamazsınız. Yazarsanız, Nazım Hikmet’in gerilen yumruğu suratınızda patlar!

ANLAMSIZLIK

Anlamsızlığı mutlaklaştırmak bu dergilerin amacı, nasıl sessiz kalalım! Açın bakın, bu dergilerin içeriğinin yüzde yetmişi sözgelimi şöyle anlamsız cümlelerle doludur: Yağmur yağarken aklıma geldin, belki bir araba kornasının sesiydin, belki de ağzıma giren ilk biskremdin, gene de ayakkabılarımın bağcıklarını çözmeyi unutmuyorum…

Abartmıyorum, yapılan aşağı yukarı budur. Bu dergilerde her şey anlamsızdır ya da anlamlı olan tek şey anlamsızlıktır. Örneğin, insani değerler gülünçleştirilebilir, ulusal değerler alaya alınabilir, aşk samanlıkta sıkıştırılabilir, özlem dağa kaldırılabilir. Türkiye’nin siyasi meseleleri mi? Onlar için de eleştiriden kopuk bir reddiyecilik türetilmiştir.

BULANIKLIK

Bu dergilerde insana ve hayata dair her şey bulanıklaştırılmıştır. Yaratılan idealsiz, günübirlik yaşamı kutsayan bir kültürdür. Süslü cümlelerle çarpıtılmış özgürlük, arkasında sağlam bir dayanak olmayan, sakatlanmış bir toplumsal gerçek, asalakça tüketmeyi dayatan bir etik, yaşam biçimi bu dergilerin gıdasıdır.

Buradan müthiş bir fikirsel bayağılık doğuyor. Buradan, taşıyıcısının kendi dar yeteneğine bağlı olanı bildiği ve ötesine geçemediği bir akıl şekilleniyor. Sadece kendi tekdüze performansını geliştiren ve son derece ahmak düşünceler yoluyla diğer alanlara köprü atan bir bayağılık, kokuşmuşluk söz konusudur.

'BU NE CESARET YİĞİDİM'

Bavul isimli “dergi”nin son sayısının kapağında, Turgut Uyar’ın isminin üzerinde servis edilen iki dize her şeyi açıklıyor. Bu dizeleri Turgut Uyar yazmıştır demek, önce Uyar’a hakaretti. Derginin piyasadan toplanması bu hakaretin üzerini örtemez. Evet, bir “dergi” piyasadan toplatıldı ancak bu iklim piyasaya hala hâkim. Bir dizenin Turgut Uyar’a ait olup olmadığını dahi bilemeyecek çapta ergenler Turgut Uyar dosyası yapıyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! “Bu ne cesaret yiğidim”.

Bunlar kitleleri sadece birer tüketim aracı olarak görüyorlar ve onlara sundukları uydurma, sanal, yalan bir dünyadır. Onun için derinliğe gerek yoktur. Nasılsa, her pişirilen armuda ağzını açıp bekleyen insancıklar vardır. Bunlar için bütün değerler piyasada alınıp-satılan metadır. Mesele hangisinin daha çok para ettiğini sıraya koymaktır. Öyle anlaşılıyor ki cebi en çok Turgut Uyar doldurmaktadır.

İyi bir ayakkabı ustasının yaptığı kötü bir ayakkabının da kuşkusuz alıcıları bulunur. Ancak iyi bir ayakkabı ustası, yaptığı ayakkabıyla övünür. Onun için öncelik iyi bir ayakkabı yapmaktır. Kazanacağı para arkadan gelir. Ancak bu neoliberal özgürlükçüler, postmodern dallamalar için durum farklıdır. Onlar için öncelik piyasayı doyurmaktır, yoksa ortaya çıkan ürünün kalitesi değil. Hatta piyasayı daha hızlı doyurabilmek için, daha niteliksiz ürün üretmek gerekir. Artık nitelik, idealler, güzellik, estetik ve bunlar için derinlikli, sabırlı çalışma, üretme boştur. Kolay olan, hazır olan hızla bulunmalı ve tüketilmelidir. Yoksa Turgut Uyar’ın hiçbir kitabında yazmayan, google’dan araklandığı anlaşılan iki dize, otuz beş bin dağıtılan bir derginin kapağına yazılmaz.

BAVUL EN DOLU YERİNDEN PATLADI

Bavul “dergisinin” son sayısının toplatılması kararı olumlu görünebilir, ben işin orasında değilim, bu bir iflasın duyurusudur. İflas eden, bu dergileri yaratan ideolojik akım ve iklimdir. Bu iklimin kalbinin atmasını sağlayan uydurukçuluk, indirgemecilik, anlamsızlık, bulanıklık, değersizleştirme, biçimlendirme vs tavırları bavula sığmamış ve bavulu patlaşmıştır.

Artık iş daha kolaydır. Çünkü, dikensiz zannettikleri gül bahçesinde kırıta kırıta yürürlerken sökemedikleri dikenler ellerini, yüzlerini kan içinde bıraktı. Bundan sonra daha dikkatli yürüyecekler. Hem Fazıl Hüsnü arkalarından bastonunu kaldırdı, Turgut Uyar eline yerden kocaman bir taş aldı…