Bayrak kemiğe dayandı
Biliyorum sevgili kardeşlerim, güzel Türkiyem’in güzel kalpli insanları, al bayrağımıza gönülden bağlı, onun için gözünü kırpmadan canını vermeye hazır olanlar. Başlıkta yazdığım o laf “bıçak kemiğe dayandı” dır. Bence artık arada bir fark kalmadı. Kemikten öte bir yere gidecek hali de yok. Bazı salaklar ve kanı bozuklar ortaya konan oyunu anlamayıp, hala çeşitli yerlerden girmeye çalışıyorlar. Bunu da Türk Milli Takımı Ay-Yıldızlı forması ile yapmaya kalkıştılar. Efendim bayrağımızın kırmızı rengi yerine turkuaz olsa ne olacakmış falan.
Siz hiç kişilikli bir ülkenin, örneğin İngiltere’nin, Almanya’nın, Brezilya’nın, Arjantin’in, İtalya’nın ve diğerlerinin renklerinden vazgeçtiğini veya onları değiştirdiğini gördünüz mü? Bu akşam başlayacak Dünya Kupası’nda yine her ülke kendi bayrağını onurla niye taşıyacak acaba? Hani biz aşırı milliyetçi, ırkçıydık, onlar karşıydılar, bu yenilmesi gereken bir duyguydu, ne oldu şimdi, bunca yıl sonra? Ben kendi payıma hiç şovenist bir insan değilim, ama inanın asabımı zor tutuyorum.
Otobüste, metrobüste, metroda, minibüste, vapurda vatandaşlarla birlikteyim. Bayrağın indirilme olayına, kadın, erkek, çocuk kısacası tüm halk olarak insanların ne kadar sinirlendiğini gördüm. İşi bu hale getirenler, getirtenler ağızları var da konuşuyorlar. Hemen suçu başta komutanlar olmak üzere başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Kurtuluş Savaşı’nda bile esir alınan düşman komutanın bayrağına ve kılıcına dokunmamış Türk insanı böyle bir davranışı, üstelik kendi ülkesinde hiç haketmiyor. Yeter artık bu hakaretler, ya halledin, ya da başkasını suçlayacağınıza “ben beceremedim” deyip inin makamlarınızdan...
BREZİLYA USULÜ “ŞALE-ME”
Şimdilerde televizyon kanallarımızda yerli diziden geçilmiyor. Bir zamanlar sabun köpüğü denen Brezilya dizileri özellikle kadınlarımızı ekran başına çakardı. Gaddar Sergiolar’ın, Emanuellalar’ı bir şekilde ağlatmasına hep birlikte göz yaşı dökülürdü. Nerelerden nerelere geldik. Hoş, durum farketmiyor, şimdi de saray entrikalarına “vah, tüh, gördün mü” avazlarıyla entel barlarda bile ekran karşısına çökülüyor. Ya da nasıl öyle oluyorsa “mafiozo” özentisi çekip vurmalara, racon kesmelere “bak, helal olsun, nasıl da ağzını burnunu kırdı, alnından vurdu” hayranlık nidaları atılıyor.
Neyse, işimiz o değil, ben bu gece başlayacak Brezilya’daki Dünya Kupası’ndan bahsedecektim. Uykusuz gecelerim başlıyor. Koltukta bir yandan uyuklayıp, bir yandan sabaha dek maçları seyredeceğim. Sevgili dostlarım, gündüz doğal olarak ruh gibi olacağım. Sizlere rastlayıp da “şeyciğim, senin adın neydi?” diye sorarsam lütfen bir aylığına beni mazur görün. Ne yapayım, hayat tarzım futbol, uykusuzluğa dayanamasam da dayanacağım. Biraz sonra okuyacağınız gibi Brezilya’yı şanslı görüyorum. Belki futbolu İngilizler icat etti. Ama şimdi ana vatanı Brezilya. Britanyalı Charles Meyer oraya ticaret için gider ve futbolu öğretir. Bizim çalım dediğimiz, maçta rakibini aldatarak geçmeye, ustalığı kendisinden öğrendikleri Meyer’in adının yerli telaffuzu olarak “Şale-me” derler. Türkçe’ye de anlayacağınız gibi çalım olarak geçmiştir.
Açılış maçını Brezilya, Hırvatistan ile oynayacak ya, bana sorarsanız beraberlik bekleyin. Şampiyon kim olur derseniz, ev sahibi Brezilya her zaman favorimdir. Ancak bir koşulda, eğer finalde karşısına Uruguay düşmezse. Siyah İnciler 1950’de mabetleri Maracana’da rakiplerine verdikleri şampiyonluğu hiç unutmadılar. Ve böyle bir finalde mutlaka sendrom yaşayacaklardır. Öyle ya, o maçta ufak tefek Ghiggia’nın dönerek çaprazdan sıkışık durumda attığı şampiyonluk golü tüm ülkeyi şoka sokmuş ve tam bir hafta koskoca Brezilya’da bir hafta tek bir ocak yanmamış, halk yemeden içmeden kesilmişti derler.
Daha da ilginci, sonradan Ghiggia’yı röportaj için aynı yere götürürler. Etrafında ne rakip savunma vardır, ne de maç baskısı. Boş kaleye 3 kez dener ama nafile hepsini dışarı atar. İşte öyle bir mucizedir attığı gol. Futbolun cazibesi de zaten bu değil mi? Her neyse, Brezilya’dan sonra derseniz ikinci sıraya Messi’li Arjantin’i alırım. Yer Güney Amerika diye. Sonra tüm zamanların gizli favorileri Almanya, İtalya, İspanya’yı da ihmal etmeyin. Fransa, İngiltere mi dediniz, eh... Ve de ön plana çıkacak futbolcular derseniz, Messi ile Mesut Özil’e dikkat edin derim.
BU DA SPOR YAZARLARI JÜRİSİ
Geçtiğimiz hafta mutlulukla üzüntüyü beraber yaşadık. Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin geleneksel yarışması için toplandık. Ben de eski başkan olarak jüri üyesi idim. Türkiye’nin her yerinden gelmiş bir dolu spor yazarı arkadaşımız ile buluştuk. Hasret giderdik, kardeşlerimizin eserlerini değerlendirmeye çalıştık. Biliyorum, bazıları kazanamadı diye üzüldü. İnanın ki, elimizden geldiğince adil davrandık. Yine de hepimiz biliyorduk ki, yazı yazmak bir sanattır ve değerlendirmesi de zordur.
Kardeşlerimiz yıl içinde öylesine güzel konulara değinmişler, güzel şeyler yazmışlar ki, önümüze gelince daha iyi anladık. Hani deriz ya, “Spor yazarlığı bitti canım” falan diye. Geçiniz, düşünceye gem vurulamaz, helal olsunlar, öylesine aralardan sıyrılıp gerçekleri sorumluların kafalarına dank diye vurmuşlar ki hayran kalırsınız. Güldük, eğlendik, üzüldük, gözlerimiz yaşlandı. Sonuçları geçtiğimiz günlerde gazetelerden, televizyonlardan izlemişsinizdir.
Yarışmaya için eserinin teslim edildiği gün hayata gözlerini yuman İzmir’den Süleyman Alasya’nın yıllar süren emeklerini yad ettik. Ve de 1976’da Hürriyet’e girdiğimden beri arkadaşım, meslektaşım Mahir Çerçi’nin ameliyatından sonra geri dönülmez yola girdiğini de Oğuz Tongsir’den öğrendim. Nitekim sevgili Mahro’yu birkaç gün sonra kaybettik. Levent Camii’nden de Manavgat’daki “ebedi doğusuna” uğurladık. Nur içinde yatsın her zaman bizi güldürmeyi bilen neşeli insan.