Beka sorunu ve tarım
Bu makale yayınlandığında Türkiye tarihinde hiç görülmediği şekilde "beka" ifadesi ile birlikte, sebze ve meyve muhabbetine sahne olan bir seçim süreci tamamlamış olacak. Türkiye, acil çözüm bekleyen sorunlarla dolu gerçek gündemine dönecek. Biz burada beka tartışması yapacak değiliz. Bunu siyasiler yeterince yaptı zaten. Bekanın sözlük anlamına baktığımızda "kalıcılık, ölmezlik" kelimeleri yer almaktadır. Bu çerçevede dünya ve Türkiye’de tarımın bir beka sorunuyla karşı karşıya olup-olmadığı konusunu tartışmak istedik. Mevcut durum ve yaşanan sorunlar dikkate alındığında, dünyada olduğu kadar Türkiye’de de tarımda bir beka sorunu olduğunu ifade etsek ne kadar doğrudur? Diye sorunca, bu sorunun dünyada çok öncelerde anlaşıldığını, tarım ve gıdada büyük ölçüde beka sorunu anlamına gelecek "gıda egemenliği" kavramının yıllar önce dile getirildiğini görüyoruz.
GIDA EGEMENLİĞİ
Gıda sorunları tanımlanırken, insanların sağlıklı ve yeterli gıdaya ulaşma hakkından hareket edilmektedir. Özellikle II. Dünya savaşından sonra başlatılan ve 1980’lerden sonra hızlı gelişme gösteren yeni liberal politikalar bu amaca hizmet edememiştir. Kamu kurumlarının özelleştirilmesi yanında, devletin ekonomide en düşük düzeyde yer alması ana fikrine dayanan pazar odaklı politikalar, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler için istenmeyen sonuçlar yaratmıştır. Bu uygulamalar, üretici devlete son verilerek yöneten devlet dayatmasıyla yerel tohumların ortadan kalkması, çeşitliliğinin kaybolması vb. önemli sorunlara yol açmıştır. Tarımsal üretimle ilgili arazi dâhil temel girdiler önemli ölçüde çok uluslu büyük şirketlerin kontrolü altına girmiştir. Gıda sanayi, gıda pazarlama ve dağıtımında benzer şekilde uluslararası gıda zincirleri etkili hale gelmişlerdir. Söz konusu şirketler birleşmeler yoluyla güçlerini giderek artırmaktadırlar. Örneğin 2017 yılında yapılan birleşmeler yoluyla dört büyük uluslararası şirketin ticari tohum pazarındaki payı % 60’a ulaşmış, tarım kimyasalları ve genetiği değiştirilmiş tohum piyasalarındaki payları da sırasıyla %70 ve %100 düzeyine çıkmıştır. Küresel gıda ve perakende sektörü, 2017 de 8465,9 milyar dolar tutarında toplam gelir elde etmiş ve 2013 ve 2017 yılları arasında yıllık % 5,9’luk bir büyüme oranını yakalamıştır.
Tarım politikaları ve tarım sanayinin küreselleşmesinin yarattığı olumsuz etkilere karşı koymak üzere küçük üreticiler ortak bir hareket ve politika geliştirmek istemişlerdir. Dört kıtadan bir grup çiftçi temsilcisi 1993 yılında Belçika’nın Mons kentinde La Via Campesina (çiftçi yolu) hareketini başlatmışlardır. 1996 Dünya Gıda Zirvesinde La Via Campesina "Gıda egemenliği" temel kavramını açıklamıştır. Gıda egemenliği; her bir ulusun temel gıda gereksinimlerini kültürel ve üretkenlik farklılıklarına saygılı olarak üretmek için milli ve yerel kaynaklarını kullanma ve geliştirme hakkına sahip olduğu anlamındadır. Yani bu kavram, sadece yeterli ve sağlıklı gıdaya ulaşmayı değil aynı zamanda, gıda ve gıda üretim kaynakları üzerinde demokratik kullanım hakkını ifade etmektedir. Güçlenerek gelişen bu hareket, çeşitli uluslararası direnişleri gündeme taşımaktadır. Bunlardan birisi de Dünya Çiftçi Günü’dür. 1996 yılında Brezilya’da topraksız çiftçilerin ‘Toprak Reformu’ yürüyüşünün katılımcılarından 19 çiftçi öldürülmüş ve yüzlercesi yaralanmıştır. Bu olay üzerine La Via Campesina 17 Nisan’ı Uluslararası Çiftçi Mücadele Günü olarak ilan etmiştir. Bir çiftçi hareketinin ortaya attığı gıda egemenliği kavramı günümüzde temel bir insanlık hakkı olarak ele alınmaya başlamıştır. Türkiye gibi bazı ülkelerde yanlışların farkına varmada gecikilse bile, bu kavram 2000’li yıllarla birlikte Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu gibi örgütlerin temsil ettiği yeni liberal politikalara karşı alternatif tarım politikaları geliştirme hareketine dönüşmüştür.
TÜRKİYE TARIMI
Yukarıda söz edilen ve 1980’lerle hız kazanan dış dayatmalı tarım politikalarına karşı hareketler hız kazanmışken, Türkiye’de maalesef bunun işaretleri yoktur. Daha önceki yazılarımızda tarımın temel sorunlarını sıkça dile getirdik. Türkiye’de tarım yerli ve milli olmaktan giderek uzaklaşmıştır. Kendine yeterli bir tarım ülkesi olan Türkiye sayıları 135’e ulaşan tarımsal ürünün ithalatçısı durumuna gelmiştir. 2002 yılından bugüne kadar tarım yapılan alanlar %12,7 azalmış ve 3,4 milyon hektar tarım alanı boş bırakılmıştır. Artan üretim maliyetleri ve gelir düşüklüğü tarımla uğraşan nüfusu azaltmaktadır. Bırakın yerli ve milli politikaları uygulamayı, yeni-liberal politikaların devamı olarak, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne bağlı 3,6 milyon dekar arazi başta olmak üzere kamunun tasarrufunda bulunan arazilerin ve büyük ölçekli sulama sistemlerinin, yerli ve de özellikle yabancı tekellere bırakılması yönünde hazırlıklar yapılmaktadır. Bu durum açıkça bir gıda egemenliği ve/veya tarımda bir beka sorununun varlığının işareti değil midir?
Uygulamaya dönük bir öneriyle yazımızı tamamlayalım. Belediyeler seçim öncesi tarım konusuna eğilmeye başladıkları gibi, başkan adayları da seçim propagandalarında da bu konuyu kullanmışlardır. Bu alanda can alıcı nokta, büyük şehirler başta olmak üzere illerin klasik sorunlarının çözümünün sadece belediye sınırları içinde alınacak önlemlere bağlı olmadığıdır. Siz köylüye sahip çıkmazsanız, kırsal kesimin sorunlarını çözmezseniz, kırsal alanda insanca yaşama koşullarını yaratamazsanız; örneğin tüm boğazı kapatsanız, İstanbul’un trafik sorununu çözemezsiniz. Bu nedenle de, kırsal kesimi ve aile işletmeciliğine dayalı tarımı "kalıcı ve ölmez" kılmak zorunludur.