Belleğini yitiren bir kent
Sanki sihirli bir el onca zamandır İstanbul’un belleğini oluşturan simgesel yapıları/olguları bir bir silip yok etmek, onları hem kentin belleğinden hem de bizlerin anılarından çıkarmak istiyor. Ve ne gariptir ki bu isteğini de, kimi cılız sayılabilecek itirazlar/karşı koymalara rağmen gerçekleştirme cesaretini ya da cahilliğini kendinde buluyor.
Bırakın çeyrek asrı bir yana, son on ya da hadi belemediniz on beş yılda İstanbul’un haritasından silinen kaç simgesel yapı var dersiniz? Saymakla bitmez. Konumuz kültür-sanat olduğu için bu alandakileri saymak bile bir hayli çaba ister. Restorasyon alanında yapılanlar ise işin çabası...
Daha dün, onca karşı koymalara rağmen Emek sineması yıkılıp yok edilmedi mi? Ortaya çıkarılan kopyası üzerine kimilerinin “eskisinden daha güzel” dediğine sakın inanmayın. Eğer öyle olsaydı, bu kadar yalnız kalıp unutulup gider miydi? İşlevsiz, kimliksiz bir kopya, ne denli gösterişli olsa da, yaşamadıktan sonra ne işe yarar ki...
Son on beş yılda İstanbul’da kapanan, yok edilen sinema salonlarından öylesine çok söz ettik ki, bir kez daha adlarını sıralamak hem yersiz hem de acı verici.
Sinema salonları gibi İstanbul’un sesi, rengi dahası neşesi olan kimi semtler bu kadim kentin topografyasından silinip gitmediler mi? Dünün Sulukulesi’nin yerinde şimdi, esen yellerin ötesinde, bir yanı tarihi surlara diğeri de tarihi camiye yaslanan villalar yükseliyor.
Bir çoğunun kitabeleri çalınan, ya da tümden yok olan tarihi çeşmeler, her biri sanat şaheseri olan mezar taşları ve bu taşlardan yapılmak istenip de yine yerinde yeller esen açıkhava müzeleri vs... Dedik ya saymakla bitmez...
Ama biz üşenmeden yine saymaya devam edelim. Moda İskelesi, Kültür Sarayı, kendi yazgısına terkedilen 1912 tevellütlü tarihi Galata Köprüsü, yok edilmenin eşiğindeki Markiz ile D’Aranco ustanın İstanbul’daki ilk artnouveau yapıtı Botter apartmanı ve daha niceleri...
Ama kent belleğini yok etme isteği dur durak bilmiyor, her gün bunlara bir yenisi ekleniyor. Şimdi de sıra Haydarpaşa ile Sirkeci Garı’na geldi... Sonra da Haydarpaşa ile Gebze arasındaki tarihi taş istasyonlarla da devam edecek....
İki tarihi garın biraz tuhaf, ama bilinip de pek telaffuz edilmek istenmeyen ve da yasalarla bağdaşıp bağdaşmadığına hukukçuların karar vereceği aceleye getirilmiş ihalesi ve bu ihale sonucu buraların, bu kentin belediyesine değil de, garip bir şekilde bir bilinmeyene -ya da çok iyi bilinen birine- verilmesi vs...
Haydarpaşa Garı’nın nostaljisini de yapacak değilim. Meraklı olanlar en azından izledikleri Yeşilçam filmlerini anımsadıklarında bu yerlerin ilk ağızdan Anadolu’dan gelenlerin İstanbul’a açılan ilk kapısı olduğu gerçeğinde birleşirler. Kırsal kesimden daha iyi yaşama koşullarına kavuşmak için büyük umutlarla taşı toprağı altın deyip İstanbul’a gelenlerin ilk kez denizi görüp geleceğe ilişkin düşler kurduğunu kim unutabilir ki...
Ya Sirkeci Garı... Onun hikayesi ise Orient Ekspres’in vagonlarında başlayıp Pera Palas’ın gizemli odalarında biter... Bu hikayenin içinde ise kimler yoktur ki.... İnanın; bunlar da saymakla bitmez...
Birileri size, kadim bir kentin belleği hoyratça, sorumsuzca nasıl yok edilir diye sorduğunda hiç ama hiç düşünmeden -ve de sonradan özür dilemeden- İstanbul’u gösterin... Çünkü böylesine bir soruya verilecek tek yanıt budur.