22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bin yılın depreminin verdiği ders

Fikret Akfırat

Fikret Akfırat

Gazete Yazarı

A+ A-

Yüreklerimizi sarsan, binlerce canımızı alan, sadece Türkiye’de değil, dünyada etki alanı genişliği bakımında istisnai bir depremi yaşadık. Büyük bir azimle sürdürülen kurtarma çalışmalarından ve geriye kalan enkazdan belleklerimize mıh gibi çakılan görüntülerle hiç unutmayacağız bu depremi.

Bu tür durumlarda doğal olarak, depremin etki alanındakilerden başlayarak uzaktaki evlerinden izleyenlere kadar herkeste öncelikle duygusal tepkiler ortaya çıkar. Dehşet, korku, endişe, üzüntü, öfke, nefret, yas, hiddet vb. hepsini aynı anda hissettiğimiz bir karmaşık duygu durumu yaşarız, yaşıyoruz. Kimse ne yapacağınızı bilemez, eğer bir “akıl” devreye girmezse bu duyguların etkisiyle kargaşalık çıkar. O “akıl”, mülki amirleri, ordusu, emniyet güçleri, adalet kurumlarıyla düzeni sağlayan devlet mekanizmasıdır. En zayıf devlet bile, önünde sonunda düzeni şu ya da bu şekilde sağlar. Devletsizliğin ne olduğunu Irak işgal edilince gördük. Suriye’de devletin denetimi dışındaki alanlarda ne olduğunu halen izliyoruz. Eğer bir meşru otorite yoksa kaos çıkar.

DAHA ÖNEMLİSİ…

Birçok uzmanın da vurguladığı gibi, deprem hava, su, meteorolojik olaylar gibi hayatımızın doğal gerçeklerinden. Nasıl hava soğuk olduğunda kalın giyiniyor, yağışlı olduğunda ıslanmaktan korunmak için önlemler alıyorsak, deprem gerçeğine de hazırlıklı olmak zorundayız. Her depremden sonra olduğu gibi bu defa da izliyoruz, deprem profesörleri, inşaat mühendisleri tek tek anlatıyor. Kağıt gibi yıkılan binaların yapılmasının nedenleri, kentlerde dengesiz nüfus artışı, fay hatları üstüne, dere yataklarına yapılan evler, kurutulmuş bataklıklara, alüvyon ovalara imar izni, yapı denetimi sorunları, imar afları, kılıfına uydurularak yasalara uygun gösterilmiş yapılar vb.

Peki mesele yasaların, yönetmeliklerin yetersizliği mi ya da denetimsizlik mi? Sorun insanlarımızın cahilliği mi? Ya da hepsi mi?

1999 depreminden sonra Türkiye’de bina yapımlarında önemli yasal değişiklikler yapıldı ve yönetmelikler çıkarıldı. Ama bu sorunların tamamen çözülmesi mümkün olmadı, yine yıkım yine afet.

Meselenin özü şudur: Depreme hazırlık açısından dünyanın en iyi, dört dörtlük yasasını da çıkarsanız temel anlayış değişmediği sürece bu yıkımlar olacaktır.

Kısacası, depremden sonra kurtarma çalışmaları yapmak ve düzeni sağlamaktan daha önemlisi, deprem öncesinde yapılacaklardır. Bu tür durumlara hazırlıklı olmayı gerektirecek bir “devlet aklı” gerekir.

Ama her yeri güllük gülistanlık hale getiren “devlet aklı” diye bir şey yoktur. Yani deprem öncesi ve sonrası için devlet gereklidir ama tek başına bir “devletin” var olması yeterli değildir. Devletin nasıl bir devlet olduğu, öncelikleri ve nitelikleri yeterli koşulu sağlar.

Devleti yöneten akıl, serbest piyasacı, özel kâr ve çıkara dayalı sisteme dayandığı için kentlere nüfus yığılmakta, o kentlerin rantlarını sağcısı, solcusu, her yolcusu yağmalamaktadır. Bu sistemde, insan hayatı değil kâr ve rant her şeydir. Ne plan vardır ne hesap ne kitap. Varsa yoksa özel çıkar. Öyle bir iklim oluşturulmuştur ki, özel çıkar adeta kutsallaştırılmıştır ve kamusal çıkar ile çatıştığı yerde özel çıkarın üstün gelmesi tümüyle normalleştirilmiştir. Türkiye’nin 1945’ten sonra başlayan 1980’den sonra atağa geçen, 2000’li yıllarda üstüne tüy dikilen “küçük Amerika” sürecinde kamusal yarardan bahsedenlere uzaylı muamelesi yapılmaktadır.

ZORUNLULUKLARIN DAYATTIĞI ÇÖZÜM

Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de deprem gerçeğine, yaşam üçgeni kurmanın öğretilmesi, deprem çantası hazırlığının öneminin vurgulanması ya da deprem izolatörleri ile binaların güçlendirilmesi gibi işin esasını görmeyen yaklaşımlarla çözüm bulunamaz. Türkiye nüfusunun yüzde 20’ye yakınının yaşadığı ekonomimizin kalbi İstanbul’da, İzmir’de ya da başka bir yerde, belki de yarın olabilecek depremden yukarıdaki çözümlerle en iyi ihtimalle çok az insanımız kurtulabilir ama ülkeyi kurtaramayacağımız açık. Eğer canlarımızı kaybetmek, ekonomimizin mahvolmasını, devletimizin çökmesini istemiyorsak, sıradışı ve köktenci çözümleri gündemimize almak zorundayız. Bu çözümlerin merkezinde insan hayatı ve kamusal çıkar olacaktır. Karşı karşıya olduğumuz sorun ancak ve ancak devrimci çözümlerle bertaraf edilebilir. Türkiye, nüfus dağılımı, ekonomisi, sanayisi, tarımı bir bütün olarak ele alınarak kısa, orta ve uzun vadeli planlarla bugünden tezi yok yeniden yapılandırılmak zorundadır.

Depremden önce de önümüzde olan bu gerçek, bugün kendini dayatmaktadır. Türkiye’de bunu yapacak akıl da bilim de plan da bilim insanı da siyasal program da vardır. Bilimi yol gösterici olarak kabul eden, serbest piyasa ve özel çıkara göre değil, kamusal çıkar açısından yöneten, halkçı bir devlet ihtiyacı yaşadığımız bu sarsıcı depremle çok daha berrak bir şekilde açığa çıkıyor. Bugünün en önemli dersi budur.