Bir akıl tutulması: Doğatanımazlık
Yazılı kültür birikiminin alüvyonları üzerinde bir tarihsel bellek ve tarih bilincini henüz oluşturmaktayken, 12 Mart ve hemen ardından 12 Eylül darbeleriyle yeniden adım adım cehaletin karanlığına sürüklenen Türk toplumu, 1999 Marmara Depremi öncesinde, başta İhsan Ketin ve Aykut Barka olmak üzere birçok deprembilimciden gelen uyarılara zerrece aldırmıyordu. Deprem sonrasında on binlerle sayılan can kaybı ve milyar dolarla ölçülen mali zarar karşısında, depremi takdiri ilahi olarak görenlerin bile dilinden düşürmediği "doğayı tanımak gerekir" ve "doğa, ondan çalınanı geri alır" gibi beylik sözler dillere yapışmış, deyimiyle söylemek istersek, dillere pelesenk olmuştu. Daha önce, hemen 1997'de, Susurluk için söylenen ve toplumsal belleğe kazındığı duygusunu veren ama hemen de unutuluveren "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" sözü, bu kez de deprem sonrasında dillerden düşmüyordu.
DEPREM SİGORTASI
Oysa 1950 sonrası ülke yöneticilerinin talana dayalı, bilgi yoksunu ekonomi ve tarih anlayışını kalıplaştırarak toplumsal alışkanlığa dönüştürme niyetleri yaşamda kök salmaya yüz tutmuş, 1939 Erzincan depreminin izlerini belleklerden silme çabaları gitgide etkili olmuştu. Böylece Cumhuriyet hükümetlerinin depreme karşı bilgili ve hazırlıklı toplum oluşturma amaçları yerine, onu takdiri ilahi görüp deprem korkusunun ve kendini allaha emanet etme sorumsuzluğunun yerleşmesine özellikle çaba harcanmış; dahası ne Varto, ne Adapazarı, ne Gediz depremlerinden ders alınmıştı. 1999'da tüm deprembilimcilerin ve yapı uzmanlarının ısrarlı uyarıları sonrasında DASK'ın da kurumsallaşmasıyla toplum, korkuyu henüz atamamakla birlikte, geleceğe azıcık da olsa güvenle bakmaya yönelmişti.
ABD PROGRAMI
Peki ne oldu da toplumun ezici çoğunluğunun diline son 20 yıldır yeniden, gündelik işleri için bile “Allah vekil, inşallah, Allah'a emanet ol” sözleri yapışırken, doğatanımaz yönelimlerin basıncıyla geriye ket vurma sonucu, "doğayı tanıma" bilinci unutulup gitti? Bunda, 30 yıl önce 2 Temmuz'u izleyen süreçte, Aydınlık'ta da öngörüldüğü gibi, ülkenin kayıtsız şartsız ABD güdümüne sokulma programının uygulanması belirleyici oldu. Bu program; sözde bilişim çağında hurafeyi pompalayıp doğa ve bilim düşmanlığını gitgide artırarak, Allah'a sığınıp doğatanımazlıkta ısrar çizgisini kalınlaştırırken, denetimsiz yapıların son yıllarda büsbütün yaygınlaşmasına hız verilmesini getirdi. Sonunda, depremlerin doğurduğu enkazın küçülmesi şöyle dursun, daha da büyümesi, her depremle yeni yapılaşma ve yeni talan alanları yaratılması, stratejik hedeflerini yitiren ülke ekonomisinin temel ama kof ve kırılgan dayanak ve doğrultusu oldu. Cumhuriyet değerlerinden ve kıstaslarından her alanda uzaklaştırılan toplum, hiçbir amaç ve uygulamasında akıldan çıkarmaması gereken deprem gerçeğini terk ederek doğatanımazlığa ve kaderciliğe geriletildi.
DEPREMİN KARA YÜREĞİ
Maraş merkezli Adıyaman-Hatay depreminde binaların yarıdan çoğu ayakta duruyorken, bir o kadarının hasar görüp yıkılması ve on binlerce canın yitirilmesi yazgı kabul ediliyorsa, bu, doğanın bilincini mi kanıtlar, toplumun umursamazlığını mı? Ünlü bilgin Pascal, “Doğanın bilinci yoktur.” der. Yasalarından vazgeçme ya da cezalandırma bilinci de yoktur bu yüzden. Artık kesinlikle görmek gerekiyor: Doğa yüzyıllardır kendi yasalarıyla iş görüyor. Yasalarına aykırı durumları vakti geldiğinde silip geçiyor. Tam bir kara mizah örneği olarak, kendi yüreksizliğini gizlemek istercesine, depremin kara yüreği ve acımasızlığı üstüne yazılan şiirler, şairi ve toplumu zavallı durumuna düşürüyor.
Gerçek şu ki, evrende güçler çatışmasıyla oluşan hareket maddenin yapısında, varlığın doğasında var. İnsan, doğanın kurallarını bilerek, doğayla uyumlu etkinliğiyle hem varlığın hem kendinin doğasını aşmayı başarır. Kapitalizmde, küresel oligarşinin güdümündeki kimi insanlar, kendi çıkarları için doğaya aykırı davranır. İşte karanlık ve kötü olan, kapitalizmin insanı hiçe sayan ve onu çekip çeviren mafyokrasinin yüreği ve kafasıdır. Sel felaketi de, orman yangını, maden ocağı, her türlü çevre ve salgın felaketi de hep doğatanımazlık sonucudur. Dahası, savaşlar ne kadar doğa felaketiyse, doğal dediklerimiz de o kadar doğa felaketidir. Artık hiç eveleyip gevelemeden gerçeği kabul edelim: Bilim ve teknolojinin bunca geliştiği bir çağda tüm felaketler, bilimi de kendi çıkarları için kullanan kapitalizmin kötü niyetli patronlarının insanlığa doğatanımazlıkla çektirdiği cezadır.
DEVLETSİZİN ŞERRİ Mİ
Üretimin adım adım geriletilmesi, durmadan büyüyen işsizler ordusu, sendikaların zayıflatılması, sığınmacılar, kaçak ve göçmen işçiler, doların bir gecede yükselişi, birbiri ardına gelen % 100 zamlar ve arkası kesilmeyen zam ekonomisi, KKM'yi eşikte bekleyen büyük dolarizasyon, rantiye ahlakının ayyuka çıkışı, tarihte görülmemiş ölçüye varan çocuk tacizleri, zalimce kullanılan çocuk emeği, kadına şiddet, bu ülkenin eleştiren, bilime yatkın insanına kapıyı gösterip onu terke zorlamak, eğitimsiz insan çoğunluğu yaratmanın gitgide asıl amaca dönüşmesi... Bu saymakla bitmeyen felaketler zincirinin sorumlusu kim? Devletsizin şerrinden yakınanlar var. Bu felaketleri yaratanlar hangi devletsizler? Depremi felakete döndüren, devletsizin kötülüğü mü devletlinin aymazlığı mı? Bu ülkede 70 yılda 23 imar affı kimin şerri? Takım tutma huyunu bütün toplumsal olgulara içgüdüsel tepkiler gibi bulaştırarak hemen karşı tarafı suçlamakla aklın da çöktüğü noktaya mı savruluyoruz?
KENETLENME VE SIÇRAMA
Toplumu boş tartışmalarla yormaktansa, depremden yanlış siyasi sonuçlar çıkarma olasılığının önünü kesmek üzere, zaman yitirmeksizin kenetlenmenin felaketsiz yolu bulunmalıdır. İlk adım, doğatanımazlığın terk edilerek, küresel salgın sürecinde hızlanıp deprem tartışmalarında dibe vuran aklın çöküşüne son vermektir. Bir anımsatma: Güneş-Dil Teorisi tartışmalarının yanılsamalara götüreceğini, var olan Türk tarihi araştırma düzeyi ve bilgisinin sorunu kısa erimde aşmaya yetmeyeceğini gören Atatürk, dönemin aydınlarını yetersizlik ve donanımsızlıkla suçlamak yerine, meseleyi ortaya koymakla amacın gerçekleştiğini varsayarak, tıpkı savaşlarındaki gibi, örnek bir cesaret ve ustalıkla bir adım geri çekilir, kuramın henüz doğrulanamayan yönünü araştırıp geliştirmeyi gelecek kuşaklara bırakır; ama Dil Devrimi'ni yurttaşlıktan geometriye her alanda yaygınlaştırma girişimiyle iki adım ileri atar. Bu tutum, deprem gerçeği üzerinde toplumun tüm kesimlerinin kenetlenerek yeni bir toplumsal yapılanmaya yönelişinde olduğu kadar, Cumhuriyet'in 100. yılında Aydınlık çizgisinin tüm yandaş ve dostlarının kenetlenip ulusa öncülük etmesinde de ışık olabilirse, umuyoruz ki, 10 yıl önceki saygınlık ve güçle öne sıçramanın zorunlu ve mümkün koşulları daha ileri bir aşamada yaratılmış ve yeni toplumsal mevziler kazanılmış olacaktır.