Bir arkeologun ölümü
Merve Kaçmış’ı tanımazsınız… Ben de tanımam… O; onca hengamenin arasında, birkaç gazetenin, tek sütunluk haberleri arasında kaybolup giden talihsiz bir genç kızımız. Arkeoloji eğitimi almış, sonrasında ülkemizin önemli müzelerinden birinde iş bulmuş, bir süre sonra Diyarbakır’a izinli olarak gidip, mobbinge maruz kaldığını öne sürerek ağabeyinin evinde intihar etmiştir.
Olayın ardından savcılık tarafından adli soruşturma açılmış ve Merve’nin geride bıraktığı mektupta yer alan iddialar üzerine de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından idari bir soruşturma başlatılmıştır. Soruşturma kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan gönderilen müfettişler, ilk etapta müze müdürü ile iki uzmanı görevden uzaklaştırmış ve sonrasında bir ayı aşkın süre incelemelerde bulunarak , müzede görevli herkesin tek tek bilgisine baş vurmuştur.
Tüm bu soruşturmaların sonunda ise intihar eden Merve’nin zimmetine alması istenen 8 bin 729 eser olduğu ve bu eserlerin daha önce de tayini çıktığı için başka bir kentte görevlendirilen bir memurun adına kayıtlı olduğu saptanmış, dahası, 10 eserin de kayıp olduğu ortaya çıkmıştır.
Gazetelerden aynen aldığım haberin özeti bu…
Bir genç kızımızı, böylesine bir eyleme sürükleyen, acı yada üzüntüsünün ne denli büyük ve de dayanılmaz olduğunu anlatacak değilim. Zaten eylemin kendisi bunu yeterince anlatıyor…
Olaya bir de zamanı geri sararak bakmayı deneyelim:
Ya Merve Kaçmış, kendisinden isteneni yapmış, tüm eserlerin zimmetine geçirmiş, sonra da bir başka müze denetiminde yakalanmış olsaydı, acaba ne olurdu?
Haklıyken, derdini anlatamayıp, sesini, çığlığını kimselere duyuramayıp, yaşamdan kaçmayı tercih eden bu genç kızımız; işte o zaman da, üzerinde olan zimmet nedeniyle, belki de hiç kimselere suçsuzluğunu kanıtlayamayacak, kaybolan, yok olan eserlerin bedelini bu kez de hiç suçu olmadan ödemek zorunda kalacaktı…
Genç bir arkeolog kızımızın, daha işin başında, mesleğinin ilk adımlarında böylesine kahrolası bir tercih içinde sıkıştırılmış olması da ayrı bir sorun.
Merve’nin başına gelenler sanırım ne ilk, ne de son olacak…Müzelerimiz yalnızca gerektiğinde değil, kimi zaman gerekmediğinde de denetlemelere maruz kaldığında bu ve buna benzer olaylarla karşılaşmamız asla sürpriz olmayacak, istenmeyen ve de arzulanmayan belki de bir çok olayla yüzleşmek zorunda kalınacaktır.
Elbette ki çok iyi , dünya standartlarında yönetilen müzelerimiz, çok değerli arkeolog, sanat tarihçilerimiz, müze yöneticilerimiz var. Ama bir de, çok değerli tabloları müstahdemlere boyatanlar, orijinaline sahtesiyle değiştirip satan, müzedeki tahtı odasına götüren, müzedeki yardım kumbaralarına tenezzül edecek kadar alçalan, bu güzelim mesleği lekeleyen, hizmet yerine bir başka şeylerin peşinde koşan müze müdürlerimiz de var…
Şimdi hayatta olmayan, uluslararası bir üne sahip çok değerli hocalarımızdan biri “Müzeler dıştan değil, içten soyulur” demişti. Öğrencilik yıllarımızda espriyle söylenmiş bu sözün ne anlama geldiğini pek çıkaramamıştık. Ne kadar da doğruymuş… Gerçekten de ülkemizde yapılan müze soygunlarının çoğu, dıştan değil de, nedense hep içten oluyor… Yani bilen soyuyor, bilmeyen ise müzeler yerine, gölleri kurutup, surları yıkıp, mezarları deşip devamlı kazıyor…
Ne yazık ki sonunda olan, Merve gibi idealist, mesleğinin onurunu taşıyan genç arkeologlarımıza oluyor…