Bir garip sosyal medya
Bu gariplikleri ben de kullanıyorum. Kullanmasanız olmuyor ya! Çaresizlik işte! Baktım, kendi klanımı oluşturmuşum. Birbirimize “beğen”, “yorum yap”, “paylaş” başlıkları altında tuhaf bağlarla kenetlenmişiz.
Ne kadar güzelim! “Beğen”!/ Ne kadar akıllıyım! “Beğen”! /Kapuska yaptım! “Beğen”! /Mozambik’te tatildeyim! “Beğen!”/ İlişkim var! “Beğen!”/Ece Lokantası’ndayım! “Beğen!”/Kuçurati marka bir araba aldım! “Beğen!”/Hastayım! “Beğen!”/ Babamı kaybettim! “Beğen!” Ben öleyim ama n’olur sen beni beğen! Bak bana, her durumda gör beni! Fark et beni! Aslında hep “ben, ben, ben... Hem gülünç hem de acıklı. Dramatik bir düzlemde zamanı tırmalıyoruz. Bir ölüm haberini görüp üzülüyoruz. Beğeneyim mi bu haberi yoksa yorum mu yazayım diye düşünürken kafamızda kavram kargaşası oluşuveriyor. Bu kargaşadan esprili bir paylaşım bizi kurtarıyor, gülmeye başlıyoruz. Görgüsüzlükler mi? Kanıksanıyor, değerimize değer katıyoruz! Koca evrende fark yarattığımızı sanıyoruz. Sınırları çoktan belirlenmiş dünyamızda kalıcılığımızı böyle sağlamaya çalışıyoruz?
ASLINDA OLDUKÇA TRAJİK!
Aldatıyoruz, aldanıyoruz. Başarılar hep ön planda! Başarısızlıklara yer yok! Güzellikler makyajlı, denetimli. Fotoğrafların arkalarına saklanan kimliklerin burunları, her “tık”lanmada uzaya yükselecekmiş gibi havaya kalkıyor. Çirkinliklere asla yer yok! Kötülükler başkalarının eseriyse paylaşabiliriz. Biliyorsunuz, “beğenmedim” diye bir seçenek zaten bulunmuyor. “Beğenmedim” seçeneğini kullanmak isteyen var mı? İnanın, cesaret ister! Emojiler yeter de artar bile! Fazla tepkiye ne gerek var?
Niçin beğeniyoruz? Hiç beğeni almamış bir paylaşımı, acıma duygusuyla tıklayıveriyoruz. Aynı duruma düşmekten korkup ben beğenmezsem, benimkini de beğenmezler endişesiyle parmaklarımız hemen harekete geçiveriyor. “Yorum yap!” beğeniden daha çok seçenek sunarken, düşüncemizi yazmaya üşenip yine basıveriyoruz ilk sunulana. Sayfanızda karşı cinsten ilgi duyduğunuz biri mi var! Ama ona bir şeyler yazmaya cesaretiniz yok! Paylaşımlarını beğenirsem dikkatini çeker miyim acaba? İşaret parmağımız hareketlenmeye başlıyor. Entelektüel ya da bilimsel bir paylaşım gördünüz. Akıllı, bilgili olduğunuzu gösterme ihtiyacı içinde kıvranıyorsunuz. Ama sakın yorum yazmayın. Asıl yüzünüz ortaya çıkabilir. Beğenin gitsin! Hilelere hiç girmiyorum. Siz düşünün işin boyutunu! Sürekli kendini beğendirmek epey zor iş! Bir sinema yıldızı gibi her zaman kendini yenileyecek, parlayacaksın.
ÇEVREMİZİ KENDİMİZ BELİRLEDİK
Önce ilk çevre… Sonra diğerlerini ekledik. Eklendiler, eklettiler… En sonunda kendimize benzeyen, aynı politik düzlemde, aynı değer yargılarına sahip bir kitle bizimle birlikte oldu. Facebook, belli bir sayıda “yeter” diyor. Instagram, farklı bir anlayış ile insan yığınlarına sınır koymuyor. Bir süre sonra körlerle sağırlar birbirini ağırlamaya başlıyor. Tam bir kısırdöngü. Bakmışsınız çevremizi genişleteceğiz derken yarattığımız çevreye hapsoluvermişiz. Hem toplumsal hem politik yalnızlık sarıvermiş hepimizi…
Zaman, biz zavallıları beklemiyor. Veriler, doğal bilincin tembelliğine uygun durmadan veri tabanına akıyor. Biz de umarsızca kendi sayfamıza akıyoruz.… Demokratik bir yapılanma ile düşüncelerimizi paylaşarak gerçeğimizi yaratma fırsatı veriyor gibi görünüyorlar. Hatta eylemlerimizi destekliyorlar. Yeri geldiğinde örgütlenmede kullanılabiliyorlar. Ama bir yandan insanları “ben”e iterek dayanışmalarını da engelleyebiliyorlar. Dolayısıyla kişi, egemen sistem tarafından avlanmış oluyor. Yalnızlaştırılarak…
İnsan, Dışarıdan Gelen Verileri Beyninde İşleyerek Kendi Gerçeğini Yaratır.
Oysa nitelikli(!) sosyal medya okuyucularıyız. Gerçeğimizi alıntılarla veya başkalarından paylaştıklarımızla oluşturuyoruz. Bilinç, kolayı seçip başka bir yere kayıveriyor. Anlık heyecanlar… Anlık idealler... Anlık öğrenmeler devreye giriyor. Hani kendi gerçeğimizi yaratacaktık! İnandıklarımız vardı… İdeallerimiz vardı… Öğreneceklerimiz… Nerede kaldı kendi gerçeğimiz?
Genel anlamda dünyanın gidişatına baktığımızda insanın kendini değerli, özel hissetmesi çok zor! Sanal da olsa kendimizi biricik hissetmemiz için özellikle geliştirilmiş, kontrolü her dakika yapılan, rengi hep değişecek mecralardayız. Burada mutlu olun, burada ağlayın, burada gülün… Aman dışarıya çıkmayın! Oyalanın... Ruhlarınız burada kalsın. Bu durumda, bir an rahatlamak için elimiz telefonumuza gidiveriyor. Değer görmek, insanların sevgisini kazanmak, hayranlık duyulmak geçici de olsa iyi geliyor.
Başımızı kaldırdığımızda ne mi oluyor? Asıl dünya ile yüz yüze geldiğimizde, içimizi daraltan doldurulması zor bir boşluk ister istemez bizi sarıveriyor. Hayattan keyif almak zorlaşıyor. Umudumuzu korumak güçleşiyor. Acaba bu sahtelikten arınıp ailemizi, arkadaşlarımızı, evrendeki tüm güzellikleri derinden, yüreğimizden gelen duygularla gerçekten sevebilecek miyiz? Gerçekten üzülebilecek miyiz? Bize sunulanı sağlıklı bir biçimde yaşayabilecek miyiz?
Yaşamın şiirini kaybetmek beni korkutuyor. Derinliği yitirmek, “ben”in içinde kaybolmak… “Duru, aydınlık, açık, içten…” sözcüklerini aramak… Ne yazık ki sürekliliğimizi, her tarafımızı sarıp sarmalamış zehirli ağlara emanet ederek sağlamaya çalışıyoruz. Her geçen gün benliğimizi, kimliğimizi biraz daha yitirerek…