Bir gün Fikret Otyam’ın yolu Gök Tengri’ye düşer…
Yazmasam olmazdı!
“Alnı çoban yıldızlı” harman ayı Ağustos’ta gidiverir Gök Tengri’ye… Gök Tengri, iyiliklerin tanrısıdır. Uzun zamandır gözler yolunu… Vakt-i zamanı geldiğinde “Yeri artık benim yanım!” demiştir biz ölümlülere… Biraz da ben hissedeyim iyi ruhunu… Ben besleneyim tüm insanlık için erdeminden… Kötülerle mücadele etmeyi ben de öğreneyim…
O, biz insanların zamanına göre epey oldu göçeli yeryüzünden gökyüzüne… Ölümüyle, Avşar elleri de göç eyler sıram sıram arkasından… Ama kervanlarla mı meleklerle mi bilinmez! Kara sevda ile bağlı olduğu topraklar, Anadolu, gerçek sahiplerinden birini daha yitirir bir Ağustos sıcağında.
Ki Çoğu Bilmez! O, Sıcak Diyarları Aşıp Soğuklardan Gelmişti İçimize…
Güneydoğu’nun adı memlekette ağza alınmazken boynundan ömrü boyunca hiç çıkarmadığı teslim taşı, düşer yollara bir veli… Aşar dağları, ovaları, eğri büğrü yolları… “Ha Bu Diyar” senin ha bu diyar benim ilerler Şark elinde… Yürür… Yürür… Elinde asası yoktur ama boynunda üçüncü bir gözü, fotoğraf makinesi… Gönül gözü, iki gözü, bir de ustası Bedri Rahmi’nin gözüyle mayınlı topraklar üzerinde yol alır. Bazen eşkıyalar keser yolunu bazen de kendi gibi dervişler… Niyeti, karanlıkları aydınlık yapmaktır.
Urfa, Gaziantep, Van, Bitlis, Diyarbakır üçüncü bir gözle arşivlenir. Otyam, yüreğinin gözüyle objektifin içine sığdırır anı… Kilitler zamanı… Uzun zamandır don tutmuştur oralar… Çığ altından çıkarır bilinmeyen yaşamı… Fotoğraflar akar Batı’ya… Haberler, izlenimler dökülür satırlara… Röportajları etten kemikten bir canlı olur.
Bingöl yaylalarının, Harran ovalarının nerede olduğunu bilmeyenlere öğretir yerini, gösterir yolunu… “Topraksızlar”ın topraklarını anlatır dört bucağa… Bu röportajlar günlerce dilden düşmez… Hükümet sarsılır… Bakanlar koltuklarından olur. Hava iyice ısınmıştır artık… Bundan sonra Güneydoğu ile ilgili henüz çekilmemiş filmlerin, yazılmamış romanların, basılmamış hikâyelerin ilk ilham kaynağı bu röportajlar olacaktır.
Alevisi, Tahtacısı, yörüğü gazetelere manşet olur. Beydilliler, Avşarlar, Elbeyliler, Karakeçililer, Sarıkeçililer Fikret Otyam’ın röportajlarıyla Doğu’dan Batı’ya uzanır. Hele hele son göçer Beritanlıları bütün dünya onunla öğrenir.
Otyam’ın Tecrübeleri Resimlerle Daha Da Görünür Olur…
Belgeselci tavrını resimlerine yansıtan Otyam, Anadolu’nun içindeki figürlerle çeşitli inançların, geleneklerin hikâyelerini tuvallerine aktarır. Köylü kadınlar, keçiler, çobanlar, küçükbaş hayvan sürüleri, Alevi mitolojisine ait Kübist motifler ile başköşede naif Şahmeran canlı, parlak renkleriyle resimlerine bulanır.
İri gözlere vurgundur Otyam. Ona göre “Dünyada üç tane güzel göz vardır. Birincisi; Doğu Anadolu kadını gözü, ikincisi; eşek sıpası gözü ve üçüncüsü ceylan gözü.” Bu gözler zaman zaman durağan görüntülerin içinden bakar zaman zaman da hareketli tuvallerin içinden dışarı fırlar. Bazen bu iri, fincan gözleri delip bir uçtan bir uca resmin içinden hareli bir at üstünüze atlar.
Yıllar Sonra Antalya’ya Toroslar’a Göç Zamanı Gelir.
Artık ait olduğu yerlere gitmek gerekmektedir. Can yoldaşı, biricik sevdiği Filiz Otyam’la, “Hoşça Kal İstanbul” sergisi ile veda eder şehre. Ara sıra gelse de İstanbul’a, artık memleketi bu koca şehir değildir.
Hüseyin Haydar’ın dediği gibi “Balbal taşı gibi Akdeniz’i bekleyen” Fikret olacaktır.
Gözüm, zaman zaman İstanbul’u görmez olduğunda senin gibi akarım dağlara, ovalara… Karşıma koyu bir leke gibi kara gözleriyle allı, yeşilli, sarılı, pullu başları ve rengârenk entarileriyle, dimdik, yazgısı çoktan belirlenmiş kadınlar çıkar. Senin gibi bakmaya çalışırım ceylanlarına… Karşı yamaçlarda gözüm keçilere takılır. Senin gibi hiç zorlanmadan dağı taşı delerek bütün bilgeliği oradan oraya taşıyarak doğduğu toprağı besleyen inatçı keçiler… Göçerlerin yoldaşı kara keçiler… Ne yiyeceğini, nereye gideceğini, yaşama nasıl tutunacağını bilen, insanın sağlığı keçiler… Gözüm onları senin tuvalinde görür. Ne kadar çok bakarsam onlara, seni o kadar çok hatırlayacağıma inanırım. Kadınlar, keçiler ve Anadolu “sen” olur.
Otyam, Türkiye’nin birçok gazetesine sayısız röportaj yayımlar. Karelerce fotoğraf çeker. Yirmi kitap yazar. Kendi deyimi ile sayısını bilmediği “tuval boyar.” Hele hele son zamanlarında, Aydınlık’taki köşesinde, terazisinin ayarı bozulmuş adalete karşı hiç durmadan yazar da yazar.
Fikret, Başında Bir Balbal Taşı, Şu Anda Akdeniz’i Değil Hacı Bektaş’ı Beklemektedir.
O’nun öldüğü gün bize göre düğün günüdür. Hacı Bektaş, Balım Sultan, diğer tüm erenlerin gözleri yollarda kalmıştır beklemekten… En sonunda sevenler sevdiklerine kavuşmuş olur.
Anadolu’nun şimdi her noktası sıcak ama senin istediğin gibi değil! Ne yazık ki hâlâ mayınlar çiçek açmadı bu yazgısı kara topraklarda…
“Canlar canını bulan, canını yağma veren
Balbal taşı gibi Akdeniz’i bekleyen
Gökyüzünü tuval yapmış, yeryüzü palet
Kurtarıyor sürek avından sürmelileri Fikret.”*
Keçilerinin bir sahibi olur mu bilmem! Ama bilirim kara, kapkara gözleri artık senin gibi kimse çizemeyecek!
“Alnı çoban yıldızlı!”
Yazmasam olmazdı!
*Hüseyin Haydar’ın “Alnı Çoban Yıldızlılar” şiirinden alınmıştır.
Not: Yazının tamamı Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 2024 sayısında yayınlanmıştır.