Bir kenti korumak
Paris Belediye Başkanına belediyeciliğin en önemli görevlerinin başında hangisi geldiği sorulduğunda hiç düşünmeden “kenti halka karşı korumak” yanıtını vermiştir.
Kuşkusuz ilk bakışta kulağa hoş gelen bir yanıt değil bu. Ancak, bir kent halkına karşı nasıl korunmalıdır, diye düşünüldüğünde Başkanın sözlerini okumak daha gerçekçi ve kolay olmaktadır.
Kentin korunmasını yalnızca fiziki olarak algılamamak, bu korumanın her alanı farklı açılardan kapsadığını da düşünmek gerekir. Örneğin, bir kentin marka değerini oluşturmak, korumak ya da farklı etkinlik ve de yeniliklerle yükseltmek de bu korumanın akla gelen ilk eylemleridir. Bir diğer söyleyişle korumak yalnızca mevcut olanı muhafaza etmek değil, aynı zamanda onu geleceğe yönelik hazırlamak, yazılı ve görsel yayınlarla gelecek kuşaklara belirli periyodlarla aktarmak, tarihsel ve de yaşanmış değerlerine her dönemde değinmeler/eklemeler yaparak geleceğin beğenilerinde kabul görecek bir konuma getirmektir.
Bu söylediklerimizi daha da somutlaştırmak mümkün. Örneğin daha düne kadar ünlü mimar Raimonda D’aronco’nun elinden çıkma padişahın terzisi Botter’in İstanbul’da art-nouveau tarzındaki ilk bina olan evinin yerini kim biliyordu? Ya da İstanbul’un orta yerindeki Bulgur Palas’tan, ya da yine İstanbul’un orta yerinde olup da bugüne dek, onca yıldır yanına yaklaşılması da pek mümkün olmayan Tophane saat kulesinden kaç kişinin haberi vardı? Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Söz konusu tüm bunların kimler tarafından kente kazandırıldığı kadar, kimlerin de yine aynı eserleri kentin içinden soyutlanarak yok edilme aşamalarına getirilmeleri sorgulanmalıdır. İşte bundan dolayı tüm belediyelerin en başta gelen sorumluluklarından biri de -Paris belediye başkanının söz ettiği gibi- kenti o kentin insanlarından korumaktır. Çünkü bu yapıları zaman değil, zamanı ıskalayan, bu binaların değerini anlayamayan ya da anlamak istemeyen, sahiplerinden yöneticilere akla gelen herkes biraz suçludur.
Belediyecilikte ana hedef hiç kuşku yok ki insana dokunmaktır önce… Dahası, bir kenti eksiksiz bir yaşam alanı yapma isteğinin yolu da insana verilen değerden, o kenti korumaktan geçer. Çünkü korunan kent güzelleşir, gelişir, içinde yaşadıklarının yaşamını kolaylaştırıp o kente yaşama sevinci ve ayrıcalığı olur. Bir kentin gündelik yaşama kazandırdıkları her bir güzellik ve de kolaylık onun insana verdiği değerin tek ölçütüdür. Kısacası her kent onun içinde yaşayan insanın aynasıdır. Ne varsa, o görünür… Dileyen aynaya baktığında Modern İstanbul’u görür, dileyen ise yaşadığı kentin meydanının ortasında çatala takılmış köfteyi izler. Yaşadıkları kent sonuçta onların beğenisini yansıtır.
Öte yandan herhangi bir kentin tarihsel, ekonomik, kültürel yaşamsal ya da geçmiş ve geleceğe ilişkin konumunun tek değilse bile, en basit ama en somut ölçeği, seçim öncesinde başkan adaylarının vatandaşlarına verdiği sözlerde yatar. Bu vaat edilen sözler de, o kente başkan olacakların aynasıdır ayrıca... Bu aynada hem kendi beğenilerini hem de kentte ilişkin bilgi ve birikimlerinin değerini yansıtırlar.
Bir başkan adayı kente yapacağı müzelerden, kültür saraylarından, sanat festivallerinden, gençlere ilişkin araştırma merkezleriyle spor ve yeşil alanlardan, yediden yetmişe her yaştakilerin yararlanabileceği ortak paydalarından söz ederken, bir diğer başkan adayı ise bedava çorba verip aş evleri açmaktan, ucuz patates soğan ile yılda bir kez verilecek kıymadan söz ediyorsa o kentin geleceğine ilişkin nasıl korunacağının da bir başka özeti ortaya çıkar.
Sonuçta her bir kent ve bu kente ilişkin verilecek kararlar, sahipsiz yaşayamamanın onursuzluğunu içlerinden bir türlü söküp atamayanlarla atmak isteyenlerinin de bir sınavıdır ayrıca…