‘Bir kez daha’lar üzerine
Şubat ayında 5, Mart ayında 3 olmak üzere 8 tane “Bir Kez Daha”lı eski yazımı yayımladım. Yarından itibaren birkaç tane daha yayınlayacağım. Seçim(ler)den sonra yazmayı sürdürürsem bu yöntemi kullanmaya devam edebilirim.
Neden?
Nedeni şu: İlkin tembellik ve kolaycılık değil. Sıradan bir “köşe yazısı” bir-iki saatte yazılıyorsa, benimkiler araştırmalarıyla birlikte üç-dört günde yazılıyor. 24 saatte unutulacak yazılar için parmağımı bile oynatmam.
***
Çoğu 2000’lerin başında yayımlanmış yazılarımı tekrar yayımlatarak kendime meydan okuyorum. Kendimle yüzleşmek için yeniden yayınlıyorum. Yapmam gerekeni, yazmam gerekeni zamanında yapmış mıyım, yazmış mıyım diye...
Yarın, örneğin, “Bir Kez Daha Milli İrade Safsatası” diye bir yazımı okuyacaksınız. AKP tarikatı Başyücesi R.T. Erdoğan’ın her gün papağan gibi tekrarladığı “Milli İrade”nin bir safsata olduğunu 1.12.2002 tarihli Hürriyet gazetesinde yazmışım. Başkalarını bilmem ama milli irade denilen şey, benim gözümde safsatanın safsatasının safsatası.
***
19. yüzyıl Divan şairi Türk Galib’in dediği gibi, Türkiye’de “At eşeğe, eşek ata garman garuş oldu!”
Neden gardaş?
Tarih-i Na’îmâ’nın (II, 496-496) dediği gibi, “Belli yerleri ele geçirenler hizmet diye halkı soymağa gider” oldular. (Fatih M. Şeker, Osmanlı Entelektüel Geleneği, Dergah, s.181)
Başyüce Erdugan’ın “Siz ne istediniz de vermedik?” türünden serzeniş ve tedbirlerini Osmanlı tarihinde bol bol buluruz.
II. Osman’ın yeniçeri tarafından öldürülmesinden sonra, sadâret makamını işgal eden Kara Dâvûd Paşa, kulun kalbini kazanmak ve halka yaranmak için defterleri ve hizmetleri kula verir. Hizmet isteyene “kendine münasip bir hizmet bul verelim” der. (Age. s.180-181)
Başyüce Erdugan da “Dile benden ne dilersen!” diyordu bir kula, defterli (ulufe defterine kayıtlı) koro “Yeter ki zekâtını ver!” diye hüngürdüyordu.
***
İşin buraya gelmesine daha çok vardır. Zaman 1990’lar, tarihimizle yüzleşme zamanı. Entelektüel muhitlerde, televizya ve gazetelerde bir yığın geveze değirmende laf öğütmekte: Yeni anayasa, Avrupa Birliği, demokratikleşme, seçim yasası, partiler yasası; laik cumhuriyetçilerin irtica ve bölünme paranoyaları; tek parti dönemi, devrimlerin toplumsal hassasiyetlerle çelişkileri, demokrasi İslama uyar mı, İslam ve kadın hakları, tarihimizle yüzleşme, askeri vesayet ve darbeler geleneği, dindarları ve Kürtleri zulümle mağdur eden erken cumhuriyet; “Ermeni Soykırımı”, askeriyenin Kıbrıs’ı işgali; karanın, denizin ve havanın kirletilmesi; sokak kedileri ve köpekleri; falan fıstık, kestane kebap...ve... ve... bunların tamamının müsebbip ve suçlusu Kemalizm’dir!
Ali Kırca, Mehmet Ali Birand gibi televizya ağaları bir yığın budalayı ekranda yağlı güreşe çıkartıyor, yığın yığın budala ise Cumhuriyet’in recmedildiği törenlerde alkış tutuyordu.
***
“Tartışılmaz olanı, tartıştırmayan olanı tartıştırmayın!” diye kaç kez yazmıştım, “Yazıktır, ayıptır, yapmayın!” diye.
Laiklikle, şeriat uzlaşır mıymış, demokrasi İslama uymaz mıymış, İslamın unutulmuş demokratik faziletleri...
İşte böyle Cumhuriyet, kurucuları, ilkeleri, erdemleri, bir 15 yıl, kıyma makinelerinde kıyım kıyım kıyıldı...
Yeni Osmanlıcılar, İkinci Cumhuriyetçiler, neoliberaller, liboşlar, travesti solcular, cümle fantirifitton, aradıkları “Mehdi” ya da “Mesih”i de bulmuşlardı: İstanbul Belediye Başkanı R.T. Erdoğan. Oysa Aydınlık dergisinin 20 Ekim 1996 tarihli 487. sayısının kapağında günümüz başbakanı RTE’nin bir portresi, portrenin üzerinde şu manşet yer alıyordu:
“Merak edilen gizli mesajı açıklıyoruz: Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor!”
Abramowitz denen zat, dönemin ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz idi.
***
Peki; R.T. Erdoğan denen zat kim idi? Kim olduğu 1993 yılında, Başak Yayınları tarafından yayınlanan, Metin Sever ile Cem Dizdar’ın birlikte hazırladığı “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitabın 418-433 sayfaları arasında kendi ağzından yazıyordu:
- “Bize göre demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider.”
(Oysa seçimle iktidarlar gelir, iktidarlar gider. Meğer adam Cumhuriyet düzenini değiştirmek amacıyla iktidar istiyormuş...)
- “70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Her konuda tekçi olmuştur.”
(Bu nedenle üniter yapıyı kendi elleriyle dinamitledi, dinamitlemekte.)
- “Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun varlıklarının tanınması gerekmektedir.”
(Nasıl tanıyacaksın?)
- “Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler... Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir...”
(Ya bahçe içinde müstakil bir evde oturmak istiyorlarsa?”
- “Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi. Harf İnkılabı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur-yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır.”
(4+4+4 yasasının ve memleketin İmam-Hatiplerle döşenmesinin işte gerekçesi).
- “Eğer halk totaliter bir rejim istiyorsa buna saygı duymalıyız.”
(Bu halk hangi otelde kalıyor yeğenim?)
***
Ben Cumhuriyet karşıtı olan kimseye bağlı eşeğimi bile güvenmem. AKP ortaya çıktığı zaman laik cumhuriyet ve demokrasi düşmanlığı genlerine, DNA’sına işlemişti. Nakşibendi dergâhlarında büyümüş, Necip Fazıl’ın rahle-i tedrisinden geçmiş bir kadronun demokrasiyi geliştirmesi, Avrupa Birliği’ne girmesi, kadınların özgürlüklerini koruyup ilerletmesi ve babasının hayrına Askeri vesayeti kaldırması mümkün müydü?
Mümkün olduğuna İslamcılar ve tarikatçılar elbette inanmıyorlardı. İnansalardı, R.T. Erdoğan’ı derhal kör kuyuya atarlardı. Bu ham hayale sadece geri zekâlılar ile ulufeli kapıkulları inanıyorlardı. Ulufeli kapı kulları mı? Kullanıldıktan sonra kâğıt mendil gibi atıldılar. Şimdi sütunlarında ve televizya ekranlarında utanmadan günah çıkartıyorlar. Meğer herkes günah işlemişmiş...
Bana gelince:
Başında “Bir kez daha” ön eki olan yazıları “Herkes” olmadığımı bilesiniz diye yeniden yayımlıyorum zaten!