Bir Onikigen Koridorun ‘L’den ‘Y’ye Öyküsü
Oturduğum üçlü koltuğun tam karşısındaki duvarı kaplayan mermer cinsini daha önce görmemiştim. “Oldukça eski olsa gerek.” diye düşünüyorum. Mermerin damarları, sanki kesilip alındığı dağın temsiliyetini üstlenmiş gibi biçimler oluşturmuş. Klasik Çin “Dağ-Su” resmini anımsatıyor. Mermerin koyu yeşil çizgilerinin oluşturduğu dağ desenleri, fırçayla çizilmiş gibi bir yükselip bir alçalıyor. Sanki hafif bir rüzgâr esiyor dağların arasındaki vadiden.
Sonra fark ediyorum ki rüzgâr yanımdaki açık olan iki kanatlı ızgara çerçeveli pencereden geliyor. Bir müddettir insanların önümdeki dar koridordan geçip koşturmaları beni oyalıyor. Bulunduğum onikigen sofanın ortasında, yine onikigen merdiven boşluğu var. Üst ve alt katlara bu döner merdivenle ulaşılıyor. İnsanların buradan inip çıkmalarını sütun aralıklarından izleyebiliyorum. Bazıları tekrar tekrar önümden geçiyor. Binanın planından dolayı, gelip gidenlerin yüz ifadesinden kayboldukları ya da katları karıştırdıkları anlaşılıyor. Sanırım, bu karışıklığın nedeni binanın “Y” planlı ve onikigen merkezli bir mimariye sahip olması. Bu sıradışı bina bugünkü Beyoğlu Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin kendisi, eski adıyla İngiliz Bahriye Hastanesi. Bina, İstanbul’da ilk defa 1855’de İngiliz hükûmeti tarafından bir denizci hastanesi olarak inşa edilmiş. Daha sonra buraya, 1904'te İngiliz Mimar Percy Adams tarafından Gotik mimarinin çağdaş yorumu olan kare planlı, üç katlı, “L” plana sahip bir bina yapılmış. Yapı daha sonra ek binayla “Y” planına dönüşmüş.
Başlangıçta, bu hastaneden sadece İngiliz bandırası taşıyan gemilerdeki subay ve denizciler yararlanmış. Bina, bir süre sonra Özel Rum Hastanesi’ne, Lozan Antlaşması sonrasında Kızılay’a, 1937-1948 yıllarında Kuduz Hastanesi’ne, 1993'te Sağlık Bakanlığı’na devredilmiş. Hastane 2001’den beri "Prof. Dr. N. Reşat Belger Beyoğlu Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olarak hizmet veriyor.
MİMARİ ALFABE
Önce “L” planlı yapılan sonra “Y” plana dönüşen bina, bana Alman mimar ve tasarımcı David Steingruber’in 1773’te tasarladığı “Mimari Alfabesi”ni hatırlatıyor. Bu alfabe, harflerin bir dizi Barok saray için sıradışı planlara dönüştürüldüğü karmaşık illüstrasyonlardan oluşmuş. Steingruber’in “Mimari Alfabesi” işlevsellikten ziyade, her harfin kendine özgü karakteriyle ele alınarak, eğlenceli ve karmaşık mekânsal ilişkilere dönüştürüldüğü tasarımları içeriyor. Ancak, Steingruber’in “Mimari Alfabesi”ni, Beyoğlu Göz Hastanesi’nin planıyla karşılaştırınca farklılıklar hemen göze çarpıyor. Beyoğlu Göz Hastanesi, “Mimari Alfabeye” kıyasla bir labirent kadar karmaşık ve kuleleriyle daha çok şato görüntüsü oluşturuyor. “Y” planlı hastane binasının merkezinden yükselen kulelerin en üstünde, İngiliz bayrağı Beyoğlu’nun siluetinde iyi görülebilsin diye yüksek bir kule yapılmış. Ama o bayrak fazla dalgalanamamış ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz gemilerinin gözetlenmesinde kullanılmış. Kulenin başka işlevi de var. 1913’teki Uluslararası Saat Kongresi'nde alınan karara göre, Greenwich saat sistemini İstanbul’a uyarlamak için, Londra’dan bir “Vakit Küresi” getirtilip bu kuleye yerleştirilmiş, daha sonra da Galata Kulesi’ne taşınmış. “Vakit Küresi”, bir zaman ölçme ve ayarlama cihazı. Sistem, saat ayarları duyurusunun yapılabilmesi için ahşap ya da metal bir topun belirlenmiş zamanda düşerek düdük çaldırması ilkesine dayanıyor. Ancak, “Vakit Küresi”nin sürekli arızası ve düdük sesinin başlangıcıda mı bitiminde mi saatin ayarlanacağı konusu, ayarlamalarda karışıklık yaratmış. Yani, Beyoğlu Göz Hastanesi, konusunda uzman olmasının yanında, zamanla mekânın karmaşık hallerinin de bir temsili sanki.
PLATON’UN MAĞARASI’NDAKİ IZGARA GÖLGELER
“Vakit Küresi'”ni düşünürken vakit geçmek bilmiyor, koridorda sıramın gelmesini bekliyorum. Önümden geçip gidenlerin hepsi ya yanındakine ya da kendi kendine söyleniyor. En çok iki cümleyi işitiyorum: “Ben nereden çıkacağım şimdi yahu…” ve “Buradan daha önce de geçtik sanki.” Zaman zaman onikigen sofanın koridorunda telaşla koşturanlarla göz göze geliyorum, hepsi tanıdık gibi. Üst kattan döner merdivenlerden bir karı-koca iniyor. Önden inen adam söyleniyor: “Lauba nerde Lauba?”, karısı soruyor: “Ne etçeksin lavaboyu?” cevap gecikmiyor: “Ne etçem, yiycem laubayı.” Merdivenlerden inip kısa süre gözden kaybolduktan sonra, üçüncü köşegenin ucundan tekrar görünüyorlar. Bana doğru yürürlerken, adamla göz göze geliyoruz: “Bana sorma, ben de kayboldum, burada oturup kaybolmamın geçmesini bekliyorum.” diyorum. Uzun siyah paltosuyla daha da uzun görünen adam, sormadan cevap alınca, bıyıklarının arasından sigara sarısı dişlerini göstererek sırıtıyor. Benden umudunu keserek: “Eyi yaptın abi.” deyip uzaklaşıyor. Akşam güneşi ızgara çerçeveli pencereden içeri girerken tedirgin, ızgara parmaklıkların arkasına geçen ışınları hapsolacak diye sanki korkuyor. Önümden bir genç geçiyor, sanki önceden görmüş gibiyim: “Abi sen hâlâ burada mısın?” diyor. Cevap yetiştirmeye çalışırken, merdiven boşluğunun yedinci köşegeninde gözden kayboluyor. Ters yönden, tere kana batmış, yüzü kıpkırmızı olmuş orta yaşlı bir kadın geçiyor: “Mübarek yer, sanki Platon’un Mağarası.” diye mırıldanıyor. Yanlış mı duydum diye kulak kesiliyorum, ama tekrarlamıyor. İstem dışı bir refleksle çevreme göz atıyorum: Platon’un Mağarası’nı çağrıştıran şey neydi acaba? Hastanenin “Y” planlı mimarisi nedeniyle bir labirente benzediği doğru, ama ya Platon’un Mağarası? Belki de, kemerli sütunlarının arasından görülen merdiven boşluğu orta yaşlı kadına mağarayı anımsatmıştı. Peki neden “Platon’un Mağarası”? Önümdeki duvarına vuran gölgem mi çağrıştırdı acaba? Gölgeme bakıyorum, önce gelip geçenlerin, sonra da pencerenin gölgesine karışıyor. Bu sefer, gölge falının yarattığı çağrışımların peşine takılıyorum. Gözüm pencere çerçevelerinin oluşturduğu gölgelere kayıyor. “Izgara gölgelerden” faydalanarak kendime “sarı nokta” (makula dejenerasyonu) testi yapıyorum. Sağlam gözümü kapatıp, sağ gözümle “ızgara gölgeye” bakıyorum. Değişen bir şey yok, çizgisel gölgeler görme merkezime doğru “sarı nokta” rahatsızlığı nedeniyle yamru yumru oluyor. Çağın yeni belalısı “sarı nokta” hastalığının güncel nedenleri de var; koruma maddeli yiyecekler, ozon tabakasının delinmesi gibi. Bu nedenle olsa gerek, Beyoğlu Göz Hastanesi’ne her geldiğimde hastaların yaş ortalamasının giderek küçüldüğüne tanık oluyordum. Sadece yaş ortalamasının gençleşmesinde değil, hasta sayısında da (Dünya’da 30 milyon kişi) belirgin bir artış var
MÜZE GİBİ HASTANE
“Sarı nokta” iğne tedavisi için hastaneye gelenler bir işlem sırasından geçiyor. Sabah erkenden adınızın okunmasını bekliyor, sıranız gelince hazırlık odasına giriyor ve burada “U” biçiminde dizilmiş koltuklara oturup, gözümüze uyuşturan damlanın damlatılmasını bekliyorsunuz. Sonra sırayla içeri alınıp, iğneniz yapılıyor. İğne gözünüze girdikten sonra, ilacın damlası gözün derinleştirici karanlığında yüzerek turlamaya başlıyor. Retinanın karanlık sırlarına tanık olan damla ayağa kalktıktan bir süre sonra kayboluyor. Beyoğlu Göz Hastanesi’nde her gün bu işlemden geçen yaklaşık 150 hasta oluyormuş. Bu gerçekten bir rekor. Berlin’in en çok iğne yapan kliniklerinden birinin günlük rekorunun 70 hasta olduğunu düşünürsek, Beyoğlu Göz Hastanesi’nin yaptığı işin hakkını vermek gerekir.
Mesai saati bitiminde, doktor Hikmet Çetin’in muayenehanesine uğruyorum. Eski ve yüksek tavanı, kapı ve pencereleriyle hastane sadece mimarisiyle değil, içindekileriyle de müze gibi. Koridorda beklerken yaslandığım eski demir döküm radyatörü ve Çelik’in odasındaki kırmızı tuğlayla örülü şömine, 19. yüzyıl ısıtma elemanları tarihi hakkında bilgi veriyor. İnsan naifçe düşünüyor, kışın bu müzelik şömineye birkaç odun atıp, ateşi seyrederek kahve yudumlamak ne keyifli olurdu. Ancak, günde 1500 hastaya bakan bir hastanede böyle bir zaman lüksü olacağını sanmıyorum. Müzelik nesneler üzerinde hayal kurmayı bırakıyorum, doktorun bir an önce eve gidip dinlenmek istediği her halinden belli. "Constantine" yazılı eski demir döküm logar kapaklarının olduğu hastanenin küçük bahçesinden çıkıp, Bereketzade Medresesi yokuşundan aşağı iniyoruz. Yokuş aşağı uzayan sağlı sollu mimari ayrıntılar insanı öykülere doğru sürüklüyor. Yokuşun sonunda, 1870’te Kamondo ailesinin yaptırdığı Art Nouvea tarzındaki sarmal merdivenlere varıyoruz. Merdivenler, hastanenin onikigen planlı döner merdivenlerinin aksine, iki ayrı taraftan gelenleri birleştiriyor. Belki de bunun için “Âşıklar Merdiveni” demişler. Kamondo merdivenleriyle birlikte, müze tadındaki Göz Hastanesi öyküsünü de tamamlamış oluyoruz.