Bir türkünün öyküsü
Mütevazı kütüphanemde edebiyat raflarının kısıtlılığına hayıflanıyorum, zaman dar ve kütüphaneleri dolaşma imkânım yok, mecbur, pek de güvenmediğim internet kaynaklarına bakıyorum. Bir türkünün peşindeyim.
Bir yerde, Mehmet Şaban Ataman’dan alınan, Neriman Altındağ Tüfekçi imzalı bir Erzurum türküsü olarak çıktı karşıma:
Değirmen başında vurdular beni,
Kirli tütünlüğe sardılar beni.
Vurma Ragıp vurma nar tanesiyem.
Anamın babamın bir tanesiyem.
Atımı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolaştı gül ağacına.
Başka bir kaynakta ise Abdullah Tunç’tan alınan bir Harput türküsü:
Mezire’den çıktım ağrıyor başım
Kalenin dibinde serildi naaşım
İmdada gelmiyor zalım gardaşım
Atımı bağladım nar ağacına
Kemkülü dolaştı gül ağacına
Benden selam olsun nazlı bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma
Di değme değme değme yaram derindir
Yaram sağalırsa mevla kerimdir
Vurma zalım vurma nar danesiyem
Anamın babamın bir danesiyem
Bir Azerbaycan türküsünde de benzer mısralar çıkar karşınıza, kimbilir belki başka yerlerde de… Bu anonim türkü bir ağıt aslında, eşkıya elinde öldürülen birinin ardından yazılmış. Mezre, Elazığ’ın ilçesi, Dersim isyanlarının yaşandığı Tunceli’nin Hozat, Çemişgezek gibi ilçelerine 1-2 saatlik mesafede. Elazığ’da var, ama Hozat ya da Çemişgezek’te nar ağacı var mı, bilmiyorum.
Türküler, kervanlara yüklenip yakın pazarlara giden narlarla birlikte gider, hep rastlarız bir iki kelimesi değişir belki, ama özü değişmez, çünkü tarihtir türkü, bir olayı anlatır, bir yaşanmışlığa dayanır, kolay kolay ters yüz edilemez. Mesela bir eğin türküsüdür; “bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar”, İstanbul’a gidince “bahçada yeşil çınar” olmuş, Eğin’de çınar yok ama olsun, türkünün özündeki gizli sevda aynen duruyor. Ya da bizim Koç Köroğlu, Azerbaycan’da Goroğlu (Goroglı), Özbekistan’da da, ama özü aynı, feodal zulme karşı direnen bir halk kahramanı…
TÜRKÜLERİ DE TARİHİ DE TERS YÜZ EDEBİLİYORLAR
Aynı türküye Ahmet Kaya’nın albümünde rastlayınca tarihin ve ona sözcülük eden türkünün değişmezliği fikrim değişiyor. Bazıları türküleri de tarihi de ters yüz edebiliyormuş. Türkünün ilk dörtlüğünün arkasına şu mısralar eklenmiş ve cumhuriyet karşıtı gerici Dersim ayaklanmasının türküsü haline getirilmiş, zalim mazluma, mazlum zalime dönüşmüş:
'Dersimliler dersimliler
'mavzerleri mavzerleri
'türkü söyler
'al bir ata binmişler
'kor kor mermiler yakmışlar
'dersimliler
'burası dersimdir kardaş
'zulmedene vardır savaş
'duman çökmüş munzura
'geçit vermez hınzıra
'zalimlere vura vura
'dersimliler dersimliler.'
Dersimliler, türkü söyleyen mavzerleriyle zalime vuruyorlar, o zalim Türk askeri oluyor, onlara kor kor mermiler yakanlar da eşkıya değil mazlum oluyorlar… Dün Kılıçdaroğlu, yakın zamanda ne olduğunu herkesin bildiği Sezgin Tanrıkulu ve daha başkaları söylüyor bu yalan dizelerin siyasetini. Bir mazlumun ağıtı böylece, mazlumlaştırılan eşkıyaya yakıştırılıp, Türk devleti ve Türk tarihi lekelenmeye çalışılıyor.
'TÜRKÜDE GEÇEN BACI BENİM BABAANNEMDİR'
Oysa işin aslı çok başkaydı.
Prof. Dr. Eyüp Karakaş dostum, babaannesinden ve annesinden, büyük dayılarının Dersim eşkıyaları tarafından nasıl katledildiğini dinlerken onlar için yakılan bu ağıtı “ben de özür istiyorum” başlıklı yazısında aktarmıştı:
“Atımı bağladım nar ağacına,
“Perçemim dolandı gül ağacına
“Gidin söyleyin benim bacıma
“Nasıl dayanacak benim acıma.
“Türküde geçen bacı, benim babaannemdir.
“Rahmetli babaannem bu olanları anlatır, türküleri söyler ağlardı.”
'AYDINLIK’TAN BAŞKASINI BEĞENMİYORDU'
Bu yazıyı, gazetelerden birinde ilk okuduğumda hapisteydim ve o sırada henüz tanışmıyorduk. O sırada hâlâ hayatta olan annesinin bütün yaşananların tanığı olduğunu anlatıyordu. Sonra ben hapisten çıktım ve tanıştık, çok iyi dost olduk, ailesini, annesini tanıdım. Annesi Saliha Karakaş 1919 doğumlu, aydınlık yüzlü bir cumhuriyet kadınıydı. Onu ilk Ankara-Bahçelievler’deki evinde gördüm, 2015 yılıydı, sehpasının üzerinde, sayfa arasına kağıt konulmuş bez ciltli bir kitap ve Aydınlık gazetesi vardı. Bütün yazılarımı okumuş, başka gazetelere de bakıyordu, ama Aydınlık’tan başkasını beğenmiyordu. Uzun uzun sohbet ettik, daha dün gibi hatırlıyordu Hilmi Yüzbaşı’yı nasıl pusuya düşürmüşler, saldaki askerleri nasıl boğmuşlar, günlerce nasıl korkuyla beklemişler eşkıya baskınlarını… Ben bir travma tanısı koyamam, ama o yaşananların izleri hâlâ canlıydı hafızasında.
En çok da Dersim olaylarını çarpıtarak cumhuriyete düşmanlık edenlere kızıyordu, “Bunlar bu memleketin çocukları değil mi, anlamıyorum neden böyle yalanlar söylüyorlar” diyordu.
Yanlış anlamasından da korkarak bu sohbeti tekrar yapmak istediğimi ama bu kez kameraya kaydetmeyi teklif ettim. Kabul etti.
Bir sonraki gidişimde yanımda Ulusal Kanal kameraları vardı. Birkaç saat süren uzun bir sohbet ve hazine gibi saklanacak eşsiz bir arşivle döndük. Kısa bir röportaj yayınladık o uzun mülakattan, sonra Aydınlık’ta bir yazı. Çok ses getirdi, çok okundu, çünkü ajitasyon nağmelerine bürünmüş sahte şarkı sözleri değil bir yaşayan tarih konuşuyordu.
VE ANNELER GÜNÜ'NDE...
Daha sonra da Kayseri’de görüştüm Saliha anne ile bu kez gözlerindeki bir rahatsızlık yüzünden eskisi kadar okuyamamaktan şikayet ediyordu. Hâlâ ülkenin durumuna üzülüyor, her gelişmeyi takip etmeye çalışıyordu.
En son bir hafta kadar önce telefonla konuştuğum Eyüp hocamdan aldım iyi haberini…
Ve Anneler Günü'nde, annemi aradıktan hemen sonra Kayseri’den Aylin Işık dostumuz aradı, Saliha annenin vefat ettiğini, Eyüp Bey’in Ankara’ya yola çıktığını, gerekli yerlere haber vermem için beni aradığını söyledi.
Her ölüm üzer insanı, tanıdığınız, sevdiğiniz biriyse daha da üzer; ama giden, yalanlarla, ajitasyonla, uyduruk şarkı sözleriyle değiştirilmeye çalışılan bir tarihin gerçek tanığıysa, bir insandan daha fazlasıdır kayıp…
Tarihin izlerini alnının kırışıklıklarında taşıyan ve bir ulak gibi bizlere nakleden asırlık bir çınar devrildi.
Işıklar içinde uyu Saliha anne, kan ve gözyaşı içinde kurulan cumhuriyetin aydınlık yüzlü kadını.