Bir yolcuya
Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir! Can veren Mehmed’in yattığı yerdir!
Bu tümsek, koparken büyük zelzele, düşün ki haşrolan kan, kemik, etin
Son vatan parçası geçerken ele, yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele, bir harbin sonunda bütün milletin,
Mübarek kanını kattığı yerdir! Hürriyet zevkini tattığı yerdir!
İstanbullu edebiyatçı Necmettin Halil Onan’ın bu şiiri Çanakkale Kara Savaşı’nda can veren askerlerimiz için 1960 yılında yazdı. Çanakkale 18 Mart Deniz Savaşında İtilaf Devletleri donanmasının 18 gemisinden 7’si batırıldıktan (Irresistible, Ocean, Inflexible, Majestik, Gaulois (Golyat), Triumph, Bouvet) sonra Çanakkale Kara Savaşı başlamıştır. Arıburnu’na çıkartma yapıldığını telefonla öğrenen Mustafa Kemal, kurşunları bittiği için Conk bayırında 9. Tümene bağlı 27. Alay’ın ufak bir birliğinin geri çekilmekte olduğunu görünce “Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka güçler ve komutanlar gelebilir” demiştir. “Süngü tak, yere yat” komutu üzerine Türk askerleriyle birlikte düşman da yere yatmıştır. O sırada 57. Alayın öncü birliği yetişmiş, Conk Bayırı tepesinin İngilizlerden önce tutulması sağlanmıştır. Her iki tarafta verilen büyük kayıplar oldukları yerlere gömülmüşlerdir. Yüz beşinci yılını kutladığımız bu zaferi nasıl kazanıldığını bir de Mehmet Akif Ersoy’dan dinleyelim.
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu, bir Avrupalı!”
Dedirir, yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski dünyâ, Yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl, kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına; döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından; Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi. Âsım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, bütün şehit ve gazilerimizin, Mehmet Akif Ersoy’un (1873-1936) ve Necmettin Halil Onan’ın (1902-1968) anısına saygılarımla.