Biraz nostalji: Yazlık sinemalar
Teknolojinin bizlere sundukları nimetlerden olabildiğince yararlanmamıza karşın, geride bıraktığımız, bir zamanlar yaşamımızın ayrılmaz ve de vazgeçilmez kimi değerlerinden de yoksun oluşumuz, yalnızca nostalji olarak tanımlamak ne denli doğru olabilir? Nostalji; yalnızca geçmişe duyulan bir özlemler toplamı değil, belki de onun da ötesinde, geçmişteki yaşam biçimini yönlendiren, ancak yitirildiği zaman değeri anlaşılan bir olgu değil mi?
Teknolojik yeniliklerin neredeyse izlenilmeyecek denli hızlı, şaşırtıcı ve cazip bir şekilde oluştuğu bir dünyada, geçmişin çoğu kişi için bir anlam ifade etmeyecek kimi güzelliklerine sahip çıkmak, belki kimileri için, her farklı yeniliği yadsıyan ve ona karşı duran bir olumsuz tavrı da ortaya koyma gibi bir sakıncası da var. Nostalji, kimileri için: naftalin kokan bir tavan arası sandığı, ya da eski bir albümün içinde yer alan, tanınmayan ya da tanınması pek mümkün olmayan sepya fotoğrafları gibi algılanabilir. Olsun...Ne gam...
Zaman içinde, radikal bir şekilde değişim ve dönüşüme uğrayan alanlardan biri de kuşkusuz sinema. Bırakın 8’lik ya da 16 mm’lik filmleri bir yana 35 mm’likler de tarih oldu. Bin -hatta iki bin- kişinin birlikte, topluca, bir arada film izleme alışkanlıklarını oluşturan o devasa düş şatoları da birbiri ardınca yok olup gittiler. Yalnız bu materyaller ya da mekanlar mı yok olup gitti? Ya bunlara can veren kişiler? Bilet gişelerinde oturan, yaşı geçkin ama işini bilen madamlar, üzerinde kimi zaman filmin ve sinemanın adı yazılı -ve çoğu saklanan- biletler, geç gelenleri elindeki fenerle ait olduğu koltuğu oturttuktan sonra “öksürsene” diye bahşiş isteyen yer göstericiler, filmin koptuğunda ıslıklarla “uyumaması ikaz edilen” makinistler, güngörmüş sinema sahipleri - müdürleri ve kimi filmlerde -özellikle de hafta sonlarında- hiç eksik olmayan karaborsacılar ve daha birçok şey teker teker yaşamımızdan çıkıp gittiler. Tıpkı düşlerimiz gibi sinema salonları da parçalandı, ufaldı, küçüldü ve çoğu kez de yanıp - yıkılıp gitti...
KÜLTÜR BAHÇELERİ
Ya, ailecek, mahallecek gidilen yazlık sinemalar... Her semtte değil, her mahallede vardılar...Yazlık sinemalar yalnızca filmlerin ikişer ikişer gösterildiği bir bahçe ve bir perdeden ibaret değildi. Dahası onlar, bir semtin, bir mahallenin, tiyatrodan, sünnet düğünlerine, konserlerden geleneksel sanatlarımıza dek her bir şeyin icra edildiği, üç kuşağın bir arada eğlendiği ve zamanı doğru harcayabildikleri birer kültür bahçeleri, dahası, her mahallede tüm sanatların ve eğlencenin sergilendiği, her kesimden izleyenin ufak bir ücret karşılığında her açıdan doyuma ulaştıkları birer kültür merkeziydi...
Örneğin bir film; önce ayak sistemi nedeniyle Beyoğlu’nda, ardından ilçelerde, ondan sonra da semt ve yazlık sinemalarda gösterilerek adeta beş kez vizyona girer, onu izlemeyen neredeyse tek bir kişi kalmazdı. Galalar ise yazlık sinemaların bir çeşit orkidesi olurdu. Yeşilçam yıldızlarına yaklaşmanın gökteki yıldızlar denli uzak olduğu o dönemlerde, perdede görüp de özleştiğiniz her bir oyuncu, sizin semtinizdeki yazlık sinemaların konuğu olur, hatta inanmayacaksın ama sizinle kimi zaman konuşup elinizi bile sıkardı... İşte o zaman, onların da yalnızca perdedeki düş suretleri değil, bizim gibi iki gözü bir burnu olan insanlar olduğuna inanırdınız.
Yazlık sinemalar, ufak bir ücret karşılığında, iki ya da üç filmin birden sunulduğu cömert bir okuldu. Sinema literatürünün yok denecek denli az olduğu bir ortamda, afişlerden yazarak bilgi edindiğimiz oyuncular ve yönetmenlerin yer aldığı- sayısı yüzlerle ifade edilen- küçük banka defterleri de bu okulun vazgeçilmez birer kitaplarıydı.
İster nostalji, ister geçmişe duyulan bir özlem, isterseniz de, bir sinema sevdalısının geçmişe olan bir takıntısı deyin... İnanın... Hepsi kabulümdür...
Ama yaşamın filmlerdeki gibi geri dönüşleri olmuyor ki....