23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bireyselleşmiş toplumun estetiği

Atakan Hatipoğlu

Atakan Hatipoğlu

Gazete Yazarı

A+ A-

“Konuşanlar” adıyla yayınlanan mizah programı küfürlü içeriğiyle gündeme geldi. Program paralı yayın yapan bir dijital platformda yayınlandığı için “istemeyen seyretmez” düzleminde ele alındı ve tartışma seyirciye küfür edilir mi edilmez mi sorusuna sıkıştırıldı. Oysa tartışılması gereken esas mesele, bu tür programların bir toplumsal örgütlenme tarzının kültür ve estetik alanına yansımalarından yani birer sonuçtan başka bir şey olmadıklarıdır. Bu tür programlarda gerçekte küfür edilmemektedir. Çünkü aşağılama araçsallaşmış ve estetize edilmiştir. Özgürlüğü esas alan bir toplumun liberal yorumu, toplumla bireyi karşı karşıya getirmeye dayanır. Bunun sonucu olan aşırı bireyselleşme, kapitalizmin yapısındaki değişmenin etkisiyle özellikle son kırk-elli yılda, estetik anlayışını da toplum-karşıtı bir noktaya sürüklemiş görünmektedir.

Liberalizm, tarihte feodal toplumun katı hiyerarşiye dayalı düzeninin yıkılarak bireysel özerkliğin önünün açılmasında devrimci bir rol oynadı. Ancak bireysel özgürlüğe dayanan bir toplumu feodalizme karşı temellendirebilmek için, bireyi toplumun üzerine çıkaran bir kuramsal çerçeve inşa etti. Toplum artık bir kalabalıktan başka bir şey değildi. Liberalizmin özgür bireyleri, toplumla birlikte değil “topluma karşı” yaşamakta ve onun bir heyula gibi bireysel tercihlerinin önünü kapatmasından öcü gibi korkmaktaydılar. Devletin bütün işlevi özgür bireylerin haklarını garanti altına alan bir bekçilik rolünden ibaret olacaktı.

Toplum bireylerin aritmetik toplamından başka bir şey değilse, başkalarının temel haklarına dokunmadığı müddetçe herkes her şeyi yapabilir. Temel haklar, yaşam, mülkiyet, konut dokunulmazlığı, adil yargılanma, seyahat gibi haklardır. Kendi bedeniniz üzerindeki tasarruflarınız ya da başkalarına küfür edip aşağılamanız, yukarıda sayılan hakların hiçbirini zedelemez. Eğer birisi size “o.. çocuğu” diyorsa, siz de ona dersiniz, olur biter. Eğer birisi parkta çırılçıplak güneşleniyorsa, polis çağırmanızın faydası olmayacaktır, çünkü park herkese aittir ve güneşlenen kişi sizin yukarıdaki haklarınızdan hiç birini ihlal etmemektedir. İnsanlar rasyonel varlıklardır. Yani kendileri için neyin iyi olduğuna karar verebilecek kapasiteye sahiptirler. O halde ne istiyorlarsa onu seyreder, nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşarlar. Yeter ki, bu tercihlerinde bizim sınırlarımızı ihlal etmesinler.

Özgürlüklerin bu biçimde tanımlanması, 20. yüzyıla kadar esas sorunu sosyo-kültürel alanda değil, ekonomik alanda yarattı. Çünkü işçi sınıfını içinde bulunduğu sefaletin ekonominin kanunları gereği olduğuna, böyle olması gerektiğine ikna etmek için kullanıldı. Sosyalizmin yükselişi, devletin karakterinin emperyalizme dönüşümü ve dünya savaşları Batı burjuvazisini, klasik liberal tezleri ekonomik alanda terk etmek zorunda bırakmış olsa da kısa bir “sosyal devlet” arasından sonra liberalizmin klasik tezleri1970’lerden sonra geri döndü. Ancak bu kez, üretimden kopmaya başlamış bir egemen sınıfın topluma sadece sıcak parayı değil aynı zamanda kültürel çürümeyi de pompalama eğilimleriyle birlikte!

Günümüzde çürüyen Batı emperyalist sistemi, estetik alanda da kendi çürümesini yeniden-üretiyor. Katliamın, cinayetin, şiddetin, nefretin, aşağılamanın, ihanetin, gurursuzlaşmanın, kişiliksizliğin, alçalmanın estetiği edebiyatta, sinemada, TV programlarında ya da müzikte karşımıza çıkıyor. Bu dünya, herkesin ilgisinin kendisine ya da bir başkasına döndüğü küçük insanlar dünyasıdır. Üstelik bu küçülmüş dünyada bireyler arasındaki dayanışma, sevgi ve yardımlaşma gibi kişiliklerimizi toplumsalda bütünlememizi sağlayan ilişkiler küpeşteden aşağı atılmıştır. Bunun yerine kimin ötekine karşı daha mütecaviz, daha hain, daha alçak olacağına dair bir yarış başlamıştır. Bu dünyada kişiliğinizi ancak başkalarının aşağılanması üzerinden inşa edebilirsiniz. Bu nedenle şefkatin yerini ezmek alır, sevgi ve aşk birer beden tüketimi olayına indirgenir. Artık güldüğümüz şeyler, başkalarının aşağılanması, küçük düşürülmesi; gerildiğimiz şeyler ise bunun varabileceği sınırların hayalidir. “Squid Game”de dram olarak karşımıza çıkan çürüme estetiği, Recep İvediklerde veya Konuşanlar’da mizah olarak görünür. Bu değerlere dayanan kültür bir kez doğallaşınca, bireyler kendilerini aşağılatarak gülmek ve güldürmek için sıraya da girerler. Ne de olsa neoliberal zamanlarda mizah “budur!”