Bize geleceği gösteren zaman
Zaman kendi burcunda dönenip dururken, farkında olmadan, o döngünün bir yerindeki hayatınızın akışını size hatırlatan ânlarla yüzleşirsiniz. Dahası karşınızı çıkan bir renk, görüntü, söz, bir insan yüzü, bir koku...veya okuduğunuz bir kitabın hatırlanan sayfaları...
Ezberinize bir yerlerden gelip yerleşmiş bir şiir o akışkan zamanın labirentlerinde oradan oraya sürüklenen insan ömrünün tanığı gibi ötede durur... Ve siz bunu çoğu kez umursamadan yaşama yolculuğunuzu sürdürürsünüz.
Bakıyorum da, ülkemizin üzerindeki alacakaranlığı görmezden gelip yaşayanların o telaşsız, hatta içerlek halleri gene de kaygılandırıyor beni.
Sessiz ve suskunuz.
Biri bir yerlerden sesini yükselttiğinde başımızı başka yöne çevirip, o sesle hiç mi hiç ilgimiz yokmuşçasına yaşama telaşsızlığımızın kabuğuna iyice siniyoruz.
Sinik ve sessiziz.
Fırına uğrayıp bir ekmek almak istiyorum. Ama lezzetini sevdiğim pideden kalmamış. Ekşi mayalı buğday ekmeği soruyorum. Başıyla onu da olmazlıyor fırıncı. O küskün, bıkkın, hatta bezgin halini uyaran bir soru geliyor aklıma:
“Hangi unu kullanıyorsunuz?”
“Konya ununu, bazen de Tekirdağ.”
“Bunların adı yok mu?
“Yok!”
“Siyez buğdayı kullanıyor musunuz?”
“O nedir, bilmiyorum öyle bir buğday!”
“Fırıncısın, nasıl kullandığın buğdayların adını, cinsini bilmezsin,” sözüm yarı öfkeyle çıkıyor dudaklarımdan.
“Bilmek zorunda mıyım?”
O diklenen eda karşısında üstelemiyorum. Vazgeçiyorum ekmek almaktan, akşamın o saatinde fırından çıkan bir ekmeği almaktan kendimi mahrum kılıyorum. Bir markete düşürüyorum yolumu, poşetlenmiş markalı bir ekmekle yetiniyorum.
Sıradanlaşma, vasatlık hayatın her alanını pıtrak gibi sardığı için kızıyorum da kendime bazen.
Telefonuma düşen bir ileti, ardından akıp duran görüntüler. Şaşırmıyorum! Öfkemi katlayıp ceketimin görünmeyen iç cebine yerleştiriyorum.
Metro’da bir afiş takılmıştı gözüme: Yüce bir şairi okuyun, yorumlayın, kazanın... Bir vakıf, adeta üzerine gidilip suyu soyu kesildiği söylenen bir cemaatin yerini alarak “altın nesil” yetiştirme derdinde anlaşılan.
“Koş vatandaş koş,” dercesine bir çığlık ötelerden.
Diyorum ki içimden; ‘Acaba Ece Ayhan görseydi bu günleri hangi şiiri yazırdı şimdi...’
Biri ötelerden “bizi çölleştirdiniz” feryadında. Bense önce İbn Arabî’yi okuyorum sessizce. Kitabının sayfaları arasında gezinirken gözüme şu satırları ilişiyor:
“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Tanrı, Hak Sübhanehu ve Tealâ, devamlı olarak lütuflarını bol bol dağıtır. Alıcı durumunda olan ya bilgisizliği kabul eder ya da ilmi kabul eder. Eğer ki kul hazırlanırsa, uygun ortamı kendine hazırlarsa, kalbinin aynasını pırıl pırıl temizlerse ve cilalarsa, işte ancak o zaman devamlı olarak ilâhi bağışa kavuşur.” (*)
T.S: Eliot ise “Çorak Ülke”sinde şunları diyordu:
“Zamanın solmuş başka artıkları da
Resmedilmişti duvarlarda; inatla bakan şekiller
Dışarı sarkarak, kuşatıp susturmuşlardı odayı.
Adımlar sürüklendi merdivende.
Ateş ışığında, fırçanın altında, kadının saçları
Açılıyordu, uçları ateş gibi
Yanıp tutuşarak sözcüklere, sonra vahşi toprak gibi sessizleşecek.” (**)
Siz orada öylecene zaman karşılaşmalarına dönerken yüzünüzü, ülkenizin yaşadığı alacakaranlığa övgüler dizerken birileri; berideki şair Sohrab Sepehri de bir yakarışa dönüştürüyordu karanlığın öfkesini:
“ışığı katettik
altın ovasını ardımızda bıraktık
söyleni derdik, çürütüp attık
kumsalın yanında gölge yüklü bir güneş bizi okşadı. duraksadık
geniş gizem nehrinin kıyısında düşlerinin boynunu vurduk
karanlık delindi, Venüs’ü gördük, doruğa çıktık
bir şimşek çaktı ve bizi yakarışta gördü
titreyerek ağladık
bir sağanak patladı: aynı gönüldendik.
karanlık dağıldı, başımızı göğe kaldırdık, gökyüzünü hak ettik
gölgeleri uçuruma saldık
gülümseyişi boşluğun dipsiz genişliğine bıraktık
sessizliğimiz birbirine kavuştu ve biz biz olduk.” (***)
Diyordu ya Heidegger; “zamanın temel görüngüsü gelecek zamandır,” şimdi bu karanlığın içinden geçerek o zamanın dilini anlamaya çalışıyoruz...
(*) Çev.: Mahmut Kanık
(**) Çev.: Yaşar Günenç
(***) Çev.: Siyaveş Azeri/Ahmet Orhan