23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bizim bir rüyamız vardı!

Ethem Gönenç

Ethem Gönenç

Eski Yazar

A+ A-

Yirmili yaşlarda, 68 kuşağı devrimci mücadelesinin içinde fırtınalı yıllar yaşadım. Biz dünyayı ve Türkiye’yi değiştirmek için yepyeni bir düzen kurmak istiyorduk. Artık emperyalizmin dünyada yarattığı felaketler saklanamayacak kadar aşikar olduğundan, yeni bir dünya düzeni arayışı yaşamsal önem kazanmıştı bizim kuşak için.
Emperyalist ülkeler, yüzyıllar boyu başka ülkeleri siyasal ve ekonomik egemenlikleri altına alarak; doğal kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koymuşlar ve halkın tüm sosyokültürel değerlerini ortadan kaldırmışlardı. Kendilerini sömürdükleri insanlardan daha üstün görüp, onları köle gibi kullanmışlar ve pek çok da katliam yapmışlardı. Dünyada bin yıllık sömürgecilik dönemi bitti dense de asla ortadan kalkmamış, sadece EMPERYALİZM olarak şekil değiştirmişti. Doğal değerleri kendilerine sunulmuş bedava bir armağan olarak gören kapitalistler, para ve güç için herşeyi ele geçirip kullanmağa ve ortadan kaldırmaya çalışıyor, varoluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bile bir alışveriş nesnesi haline dönüştürüyor, insanları doğal sistemin sunduklarını bilinçsizce ve çılgınca tüketerek yaşamaya zorluyor, ekosistemin tüm düzeniyle oynuyordu. Marks’ın dediği gibi, “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kesiyordu” acımasızca, kahpece ve ahlaksızca. Yurdumuzda da emperyalistlerin yandaş ve kölelerince, taa 1950 yıllarından başlayarak bu ahlaksız adımlar atılmıştı.

BAMBAŞKA BİR TÜRKİYE
Diyalektik materyalizm doğaya birbirinden kopmuş, soyut ve bağımsız nesnelerin rastlantısal bir yığını olarak değil; aralarında ilintiler bulunan, birbirine bağımlı ve birbirini koşullandıran nesne ve olayların bir bütünü olarak bakmayı gerektiriyordu. Bu bağlamda, doğa ile toplum biribirinden ayrıştırılmış iki kavram değildi; insan doğanın bir parçasıydı, doğada yaşıyor ve kendisi sürekli değişirken, aynı zamanda yaşam koşullarını ve doğayı da kendi gereksinimlerine uygun bir biçime sokmak için değiştiriyordu. Marksizme göre; doğayla insan arasındaki ilişkide çelişkileri üreten, insan ve insanın yarattığı sosyoekonomik sistem ile sistemdeki üretim ilişkileriydi. İşte değiştirilmesi gereken tam da bu ilişkilerdi! Bunun için tek yol, insan ile doğa arasındaki metabolizmayı -burjuva toplumunun yeteneklerinin çok ötesinde- ussal bir tarzda yönetmekti.
Bizim bir rüyamız vardı! Doğa ile barışık, dogmalardan arındırılmış, bilimin yol göstericiliğinde ilerleyen, demokrasiyi içselleştirmiş, eğitimli ve kültürlü yurttaşları olan yeni bir Türkiye’de, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak. Bu rüyayı gerçekleştirmek için mevcut kokuşmuş düzeni demokratik kitle hareketleriyle alaşağı edip, yeni bir düzen kuracaktık. Bizce, ancak böyle kurtulabilirdik bu bataklıktan ve karanlıktan.
“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya da dünyamıza inecek ölüm” diyorduk Nazım Hikmet gibi. Ama yapamadık!
Başarabilseydik bugün bambaşka bir Türkiye olurdu...
Hadi rastgele tüm devrimcilere!