24 Kasım 2024 Pazar
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bizim Neşet (2) -(TAMAMI)

Kemal Ateş

Kemal Ateş

Gazete Yazarı

A+ A-

Çocukluğumda düğünlerimizde çalan Abdalların kasketleri benim de ilgimi çekerdi; sanki onların şapkalarının siperliği daha büyük olur, kaşları, gözleri görünmezdi. Önlerinde oynayan kadınları, kızları görmemek için öyle yapmak zorunda olduklarını söylüyor Neşet Ertaş. Anadolu’da kadınlar her erkeğin önünde oynamazlardı, özellikle kendilerinden birinin önünde oynamazlar, ama Abdalların önünde rahatlıkla oynayabilirler. Tuhaftır belki, Abdallar ekmek paralarını bu dışlanmışlığa borçlular bir bakıma. Abdallara kız verilmez nasıl olsa, önlerinde oynayabilirler. Bütün bu izolasyona karşın, gene de Kırşehir bölgesi onların rahat ettiği, onca yeri dolaştıktan sonra yerleşmek için kendilerine uygun gördükleri bir bölgedir. Kırşehirliler düğünlerde dinsel koşullanmalardan uzak kalabiliyorlar. İmamlar aslında düğünlerde ne çalgı olsun isterler, ne içki, ama Kırşehirli bu softa anlayışa en azından düğünlerinde karşı koydu, meydanı softalara bırakmadılar, günlerce süren düğünlerde içmeyi, oynamayı, eğlenmeyi sevdiler. Softalara kalsa, düğünlerde mevlit okutmak bile yeterdi. Abdalları ve onların türkülerini Kırşehir bölgesinin yobazlığa direnen, laik anlayışı var etti. Türküleri türkü yapan sonuçta onları dinleyen, ilk onayı veren halktır, Neşet Ertaş türkülerinin ilk dinleyicisi olan Kırşehirliler yer aldı öncelikle bu büyük ustanın arkasında, onu ve aşiretini zaman zaman üzmüş olsak da, başarısında bu çevre halkının payı olduğunu düşünüyorum. Kırşehirliler Abdallara bahşiş verirlerken, en cimrileri bile şaşılacak kertede cömert olurlar, Neşet Ertaş’ın “para yapıştırmak” dediği şey, önemli bir saygınlık ölçütüdür. Bu konuda eli cebine gitmeyenler hoş görülmez.

Neşet Ertaş, konuşurken duygularını kendine özgü benzetmelerle, mecazlar ve imgelerle anlatıyor. Babası Muharrem Ertaş bir “gönül delisi”dir ona göre. Hiç dayağını yemediği, baskı görmediği babasına karşı duyduğu korkuyu “saygı korkaklığı” olarak niteliyor. Abdallar genellikle kendini bilen, sözü sohbeti yerinde insanların yanında çaldıkları için, çevrenin sözlü kültürüne, diline hâkimdirler, bu kültür içinde olgunlaşırlar.

Neşet Ertaş’ın konuşmalarında kullandığı dil öğelerinin bazıları mesleğine özgü, bazıları Kırşehir bölgesinin sözcükleri, deyimleri, güzel Türkçemizin göz ardı edilmiş zenginlikleri bana göre: fikirleşmek, sünnetlik çocuk, yüksekten alıp söylemek, etekçek, arabaşı, çöğür düzeni, tam çalgı, kemana dem tutturmak vb. Şu da ondan duyduğum atasözlerimizden: “Gönülsüz köpek sürüye hayır etmez.” Neşet Ertaş konuşmalarında akla, mantığa ve bilime dayalı bir dünya görüşü olduğunun ipuçlarını da veriyor. Hurafeleri, akıl dışı inanışları kabul etmiyor, rüyalarla kazanılan âşıklığa inanmıyor. Yaşadıklarını anlatırken bir tarih sırasına koyamıyor, çoğu zaman tarihleri hatırlamıyor, bilmiyor. Bu da sözünü ettiğimiz o izolasyonla ilgili geliyor bana. Toplum dışına itilmek, okul yüzü görmemek, tarih bilincini eksik bırakıyor insanda. Bu yüzden anlattığı olaylar ipi kopmuş boncuklar gibi dağılıyor, bunları toplayıp bir sıraya koymak size düşüyor. Çağımızın bu büyük ozanını iki kez yakından tanıdım, söyleşme olanağı buldum. İlkinde çok gençtim, yıl 1965, lise öğrencisiyim. Kız kardeşimin düğününde çalmak için Akdere’deki gecekondumuza geldi. Yüzünü görünceye kadar kimse geleceğine inanmamıştı. İki gün, bir gece çaldı söyledi. Radyo sanatçısı olmak, alçakgönüllüğünü hiç değiştirmemiş, gene, “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım,” dedi, vurdu da vurdu saza, yeri göğü inletti. Bir gece evimizde yattı, sabah ilk işi içmek için çiğ yumurta istemek oldu; taze yumurta bizim kümesimizden, kendi ellerimle verdim.

İkinci görüşmemiz bundan iki yıl önce Ankara’da Park Oteli’ndeki odasında oldu. İzmir’den gelmişti, önünde bir tepsi üstünde yemeği vardı, sanırım makarna yiyordu. Televizyonu açık, köçeklerin oynadığı bir programı izliyor. (Devamı gelecek hafta.)

Kitap önerisi: Haşim Akman, Gönül Dağında Bir Garip (İş Bankası Yay. 2. baskı, 2012)