Boyacının da okuduğu gazetede yazıyorum-(TAMAMI)
Evimin yakınlarında bir okul önünde, işlek bir caddede boyacılık yapan bir okurumuzdan söz etmiştim size. Önce gazeteyi biri vermiştir diye düşünmüştüm, sonraki günlerde de adamı hep Aydınlık okurken gördüm, elindeki ayakkabı fırçası gibi gazetemiz, ellili yaşlardaki bu gözlüklü boyacının ayrılmaz bir parçasıydı. Yıllardır bir boyacıyla aynı gazeteyi okumanın hayalini kurmuştum, şimdi aynı gazeteyi okumakla kalmıyorum, yazıyorum da. Adamı elinde gazetemizle gördükçe, öyküler uyduruyorum kafamda: Kim bilir hangi işlerden, hangi mesleklerden geldi buraya, sonunda sürgünlüğü, kovgunluğu olmayan bir işe tutunarak inançlarını sağlam tutmasını bildi. Bütün döneklere ibret olacak bir yaşam öyküsü olduğuna inanıyorum. Birilerine, “Bunu da elimden alamazsınız ya!” dediğini düşünüyorum. Bir gün yanından geçerken elimdeki Aydınlık’ı göstererek laf attım: “Bak aynı gazeteyi okuyoruz;” dedim. “Tabii bunu okuyacağız!” dedi. “Kurban olurum sana!” Kendimi unutturduğumu sandığım bir günde de adam birkaç kuruş kazansın diye tertemiz ayakkabımı sandığına koydum, “Beyefendi siz bilirsiniz ama, bu ayakkabı temiz!” dedi.
Yahu bu Aydınlıkçılar hiç mi işlerini bilmiyorlar? Sen boya ve paranı al kardeşim!
Okurlarımdan, uzaklardan, çok uzaklardan iletiler alıyorum. Arada öğrencilerim de var, iletileriyle öğretmenliğimin bitmediğini, sürdüğünü duyumsatıyorlar bana. Derslerime ara vermediğimi anlıyorum. Köşe yazarlığı bir başka... Yeni yeni öğreniyorum. Her vuruş, her harf sayılı. Fazla laftan kaçınıyorsunuz, bu yüzden tam anlaşılmadığınız da oluyor. Okurlarımın övgüleri benimle onlar arasında kaldı hep, bu köşeye taşımadım, ama birinde övgüyle birlikte ince bir sitem de var, buraya aynen alma gereği duydum:
“Ben Dil - Tarih’te 1982 - 1983 yıllarında öğrenciliğiniz onuruna ulaşmış, halen Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmakta olan Enver Aylanç’ım. Yazılarınızı Aydınlık’ta zevkle okuyorum. Daha önceki bir yazınızda Siyasal’a geçtikten sonra Dil - Tarih’i aramadığınızı yazdığınızda ne yalan söyleyeyim üzüldüm. Çünkü Dil - Tarih’te biz yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü öğrencilerinin en sevdiği hocası Kemal Ateş’ti. Kompozisyon derslerimizin o beyefendi, siniri adeta vücudundan alınmış, iyiler iyisi hocasına karşı ödev yapmamayı kendimiz için ayıp sayardık. Uzun sözün kısası siz Dil - Tarih’i sevmeseniz de, Dil - Tarih’te sizi seven çok öğrencileriniz vardı.”
Bir sözüm belli ki Dil - Tarih’li öğrencilerimi üzmüş, dediğim gibi bu yazılarda vuruşlar sayılı olunca, bir şeyleri eksik yazıyorsunuz. O yazımda ben öğrencilerimi değil, meslektaşlarımı kastettim. Bu kez de meslektaşlarım alınabilirler. Genellemeleri sevmem, her yerde iyilerin de kötülerin de olduğunu bilirim. Yukarıdaki satırları yazan öğrencime, geldikleri her kuruma niteliksizlik getiren, Türk Dil Kurumu’ndaki marifetlerinden dolayı gazetelere konu olan, hatta gözaltına alınan iki öğretim üyesinin sadece adlarını vermek, sanırım ne demek istediğimi anlatmaya yetecektir. Bu insanları vuruşların sayılı olmadığı kitaplarımda (Küskün Fotoğraflar, Bir Başka Şehir) anlattım.
12 Eylül yasalarıyla TDK’ye çöreklenenlere katılmadıkça, onlarla yıldızımın barışmayacağını biliyordum. TDK’nin bu hale gelmesinde edebiyat bölümlerinin günahı büyüktür. Ben işte o günahkârları hiç aramadım.
Öğrencimin “sinirleri alınmış gibi” diye anlattığı günlerim, aslında 12 Eylül koşullarında üniversitede en sıkıntılı günlerimdi. Kazandığım bir sınavla Brüksel Üniversitesine okutman olarak gidecek, hem de orada doktora yapacaktım. Sınava girmeme izin veren Dekanlık, kazandıktan sonra, tam pasaport işlemlerine başladığımda engel çıkardı, Danıştay’a gittim, kazandım, karar uygulanmadı. Çok sevdiğim hocamız Prof. Dr. Hasan Eren bile, bölüm başkanım olduğunu, bu çok önemli işime çomak sokmak için hatırlamıştı.