Bozlaklar diyarı memleketim
Ceviz diyarı, bozlak diyarıdır benim doğduğum yerler.
Ceviz ve bozlak deyince ilkin Kırşehir gelsin aklınıza…
Her yazar, her ozan bozlak duyarlılığından beslenmeli, her ağız bizim cevizlerimizi tatmalı derim, bu bakımdan şanslı sayarım kendimi.
Kaderdir dedikleri coğrafyanın bana kazandırdığı bir şans…
Sivas’tan Karadeniz’e doğru Kızılırmak’ın coşkun suları bu coğrafyada akar, suların geçtiği 1.355 kilometre uzunluğundaki havzanın sınırları bellidir; ama ırmak üstüne yakılan türkülerin, anlatılan acıklı öykülerin açtığı folklorik havzanın sınırları çok daha büyüktür, gözle görülmez, duygularla erişilir.
Bu havza en çok Kırşehir dolaylarında ağıtlarla büyüyüp zenginleşir.
Çünkü Abdallarımız vardır bizim; Muharrem Ertaş’ımız, Çekiç Ali’miz, Neşet Ertaş’ımız vardır.
Onların söylediği bozlakların ne acıklı öyküleri olduğunu bilirsiniz, gözlerimiz dolmadan dinleyemezdik. Sazlarına sözlerine kulak vermek için kalabalık köy düğünlerine ezilme pahasına girdiğimde dört beş yaşlarındaydım. O yıllarda henüz radyoda söylememişlerdi, plakları yoktu; icra alanları yalnız bizim düğünlerimiz, bizim evlerimizdi, bize aittiler; mikrofon bilmezlerdi, notaya şuna buna bulaşmamışlar, yerel kimlikleri hiç bozulmamıştı. Arada sazlar, türküler susar, biz neler gördük diye söze başlayan büyüklerimiz konuşurdu.
Gene düğünlerde söylenen bir ağıdımız vardı ki, çok dokunurdu insana, “Toklümenli Gelin’in Türküsü” diye bilinir bizim oralarda. Önce ağıt söylenir, ardından o neler görmüş büyüklerimiz birkaç cümleyle birbirini tamamlayarak öyküsünü anlatılardı. “Son bakışım oldu Toklümen’in köyüne/ Ağlaya ağlaya indim ırmak kıyına” diye başlayan türkünün bir yerinde, “Analığın hiç insafı yoğidi” deniyor. Analık, yani üvey ana bunaltmış gelini, mutsuz olduğu koca evinden ayrılmış ama sığındığı ev de kardeş evi, baba erken ölmüş. Dertli gelin yetim büyümüş.
Kadın için ev, ya koca evidir ya baba evi ya da kardeş evidir. Zeynep Gelin iki ev arasında bir süre gidip gelmiş, bunalmış iyice… Hacer adında bir de küçük yavrusu var, ekinlerin gövermeye başladığı günlerde kucağında yavrusuyla Kızılırmak’ın yolunu tutmuş. Yakasındaki iğne ipliği çıkarıp kızını omzuna dikmiş. Böylesine sağlam tutmuş işini. Ana-kızın yazgısı birbirine iğneyle dikilmiş. Zeynep Gelin, bu dünyada bırakmak istememiş yavrusunu, kendi yaşadıklarını onun da yaşamasını istememiş. “Ben Hacer’i sağ koluma bağladım, gözyaşımla kakülünü yağladım” Birbirine iğneyle dikilmiş, birbirine bağlanmış iki beden Kızılırmak’ın sularına karışmışlar.
Kendisini kızıyla birlikte sulara attıktan sonra bir pişmanlık ânı yaşadı mı acaba Zeynep Gelin? Türküyü yakan Âşık Sait’in torunu Kani Değirmenci pişmanlık yaşadığını düşünür, kendi canı için değil, kızından dolayı pişman olmuştur: “Derinden vurdum yukaya çıktım/Şu fani dünyaya bir daha baktım/ Hacer’i görünce bir eyvah çektim!”
1950’lerin başlarında olayın yaşandığı günlerde yakılan bu ağıdın öyküsünü dinlediğimde gene dört beş yaşlarındaydım. Çok etkilendiğimi, çok duygulandığımı, çocuk yaşta günlerce o gelini düşündüğümü iyi hatırlıyorum. Çocuğa muamma gibi gelen normal ölümlerin ne olduğunu bile daha anlayamamışken, böyle bir ölümü anlamak kolay mıydı? Herkes ölümden sakınıp kaçarken, bir kadın yavrusunu da yanına alıp kendi ayaklarıyla nasıl derin sulara atardı kendini? Böyle bir ölüm üzerine küçük yaşta kafama yerleşen çok erken sorulardı bunlar. Daha sonraları yazılacak bir konu olarak bu acıklı öykü beni bırakmadı. Hem canına hem yavrusuna kıyan talihsiz gelini yazamadım ama bu dünyaya onun gibi veda eden köy enstitülü Şampiyon’umuzun öyküsünü yıllar sonra Almanya’ya değin gidip araştırmamda, Sessiz Şampiyon (H2o Yayınevi 2021) romanını yazmamda o günlerimin, çocuk yaşta ağıtlarla kazandığım duyarlılığın etkisi olduğunu düşünürüm.
Yıllardan beri içimde yaşatıp da öyküsünü bir türlü yazamadığım kadın kendini Kızılırmak’ın derin sularına atmıştı, öyküsünü yazdığım Şampiyon’umuz Ahmet Bilek ise kırk metrelik yüksek bir köprüden veda etti bu dünyaya.
Köy enstitülü şampiyonun romanını memleketimin bozlaklarını dinleyerek yazdım.