Bugün 13 Aralık 2012 -(TAMAMI)
Bu satırların yazarı Cumhuriyet’in ilanından 12 yıl sonra doğmuştur. İlkokula başladığımda 1942 yılıydı ve dünya bir büyük savaşın içindeydi. Bizim kuşak devrimlerle doğmuş 1938’de kaybettiğimiz Atatürk’ün bir ümmetten bir devlet doğurduğu o heyecanlı yılları yaşamıştır. Bizler padişahlık kurumunu halifelik dönemini yaşamamıştık. Tersine yobazlığa karşı ve tek adam tek emir kurumlarına temiz bir nefretle büyüdük. Düşünüyorduk ki; biz ve bizden sonra yetişen kuşaklar eskiye dönüşe asla müsaade etmeyecek bir kuşak olarak eğitilecek ve yetişecektir.
Bir hukuk savaşının adımı
Şimdi Cumhuriyet’in 89. yılındayız ve Cumhuriyetin ayaklarımızın altından kaydığının farkındayız.
Şimdi yıl: 2012 aylardan Aralık ve Cumhuriyet sevdalısı insanlar Silivri’de bir özel mahkeme salonunun önünde protesto halindeler.
5 yıldır uygulanan hukuk dışı işlemlere, yargısız infaz tutuklamalarına ve kanıtlanmamış delillerle alelacele verilecek hukuk dışı kararlara karşı olmak için...
Türkiye’nin tanınmış Ruh ve Sinir Hastalıkları Profesörü Özcan Köknel yakında çıkacak kitabında bu durumu şöyle özetliyor: “...Bu durumda geçmişe fanatizmle bağlı kalarak onu geriye getirmek bir hastalıktır. Cumhuriyetin devrimleriyle Atatürk’ü silmek ve onun yerine başka bir rejim koymak hayali daha vahim bir şiddetli ruh hastalığıdır.”
Bugün Silivri’nin kapısı önünde biriken tüm siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, partili partisiz yurttaşlar, sanatçılar ve yazarlar bir hukuk savaşının önemli bir adımını atmaktalar.
Buraya nasıl geldik?
Türkiye buralar nasıl geldi? Onu sizlere 31 Aralık 1967 yılında yazılmış bir yazıdan bir parça alarak sunalım.
“Türkiye’de kapanan insan hak ve hürriyetlerinin üstüne ambargo koyulabildiği devirdir. İnönü kendi kendini yenileyebilmişken Menderes’in 1925’lerin İsmet Paşa’nı hortlatmaya çalışmış olması hazin bir tecellidir. Fakat demokratik bir rejim böyle bir teşebbüse mutlaka muhtaçtı... Türkiye bugün 1960’dan başka şartların içindedir. Benim neslimden, Cumhuriyete gözlerini açmış nesilden bir grup insan, belki de manevi bir boşluğun aksülameli olarak tuhaf bir din ve dindarlık anlayışı taşımaktadırlar.Bunların başını bizzat Başbakan çekmektedir ve o anlayıştaki kimseleri devletin kilit noktalarına yerleştirmektedir. ‘Günaydın’ denmesini kabul etmeyip ‘esselamü aleyküm’ diye selamlanmayı bekleyen müsteşarlardan bahsedilmektedir. Dairelerine mescit yaptıran genel sekreterler anlatılmaktadır. Ortalıkta takunyayla dolaşıp abdest alan genel müdürler söylenmektedir. Bunlara karşı küçük memurların tabasbusu (biyad etmesi) aynı anlayışta dindar görünmektir. Böylece dalga, dalga bir sahte taassup bir gösteriş dindarlık yayılmakta, mübah sayılmakta, kuvvet kazanmaktadır.
Atatürk fütursuzluğu artık her gün biraz daha artan gazeteleri, gazetecileri, erkekli dişili konferansçıları, vaizleri vardır ve kalabalık bir çember sakallı profesyonel güruh onların vurucu kuvveti olarak hazırlanmaktadır.
Din ile oynamanın daima işi kolaylaştırmış bir tarafı vardır. ‘canım öyle yapmışta ne olmuş?’ denilir.
... 1925’lerde İstiklal Mahkemesi Başkanı Şeyh Sait’e soruyor:
‘-Dini kurtarmak için silaha sarıldığını söylüyorsun, kim kimin dinine dokundu? Camilerde ezan okunmuyor muydu? Namazını kılmıyor muydun? Orucunu tutmuyor muydun? İbadetine bir karışan mı vardı?’
Şeyh Sait cevap vermiş: ‘Hata etmişimim kusur etmişim.’ (Kaynak:Metin Toker, Akis 31 Aralık 1967)
Yazı sanki 13 Aralık 2012’yi anlatmıyor mu? Bir tek eksikle: “Hukuku, adaleti yok etmiş de ne olmuş?”