22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bugünün krizlerine Marx’la bakmak

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Bütün yerleşik küflenmiş̧ ilişkiler, peşlerinde sürükledikleri ağarmış̧ tasavvurlarla ve görüşlerle beraber çözülür, yeni kurulanlar daha kemikleşemeden eskirler. Katı olan ve duran her şey buharlaşır, kutsal olan her şey kutsiyetinden arındırılır, insanlar en nihayet hayattaki yerlerine, karşılıklı ilişkilerine ayık gözlerle bakmak zorunda kalırlar”

Marx ve Engels, Komünist Manifesto, 1848

Görünürdeki bu kargaşa aslında burjuvazinin en üst derecesi”

Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, 1862

Baudelaire’in, 1865 yılında yazdığı bir şiiri, müstehcen bulunarak basılması reddedildiği için ancak ölümünden sonra yayımlanabilmişti. Baudelaire ‘Kaybedilen Hale’ şiirinde Paris’in kalabalık ve kaotik bir bulvarında yürüyen bir şairin atlardan kaçarken başındaki haleyi kaybetmesini ironik biçimde anlatır. Bu şiirde göze çarpan ilk şey, kutsallığın simgesinin bir şairin kafasında bulunmasıdır ve daha ilginç olanı şairin bu haleyi yolda düşürmesidir. Yolda kaybolan hale imgesiyle Baudelaire, modern burjuva toplumundaki radikal dönüşümü ve bu dönüşümün kendisini sürekli kılarak kendi toplumsal normlarını yıkan burjuvaziye ironik, keskin bir eleştiri getirir.

Burjuvazi kendi toplumsal düzenini kurmak için kilisenin kutsallığını yıkarken, kendi sınıfının değerlerini yüceltmek, bu değerleri kutsallık halesiyle dokunulmaz kılmak için sanatçıları, yazarları, düşünürleri yükseltmişti. Ne var ki burjuva toplumunun dayandığı kapitalist üretim ilişkilerinin kaotik ve yıkıcı, sürekli kendisini dönüştüren karakterinden dolayı, burjuvazi bugün kutsadığını yarın lanetlemek zorundadır. Kutsal halesini kaybeden şaire bir tanıdığı “ama haleniz için kayıp ilanı vermeyecek misiniz, ya da polise haber” der ve böylece Baudelaire kutsallığın gündelik hayatta herhangi bir metaya indirgendiğini göstererek, burjuva toplumunda kutsal hiçbir şeyin var olmayacağını söyler, tıpkı Marx gibi.

Burjuva toplumunun gerisinde Rönesans’tan, Aydınlanma’dan bu yana insanlığın en zengin ve yaratıcı fikirlerinin birikmesine rağmen, her türlü yücelikten ve erdemden yoksun bu toplumun, temel karakteristik özelliklerinin düzensizlik, kargaşa ve anlamsızlık olduğunu Marx’ın yanı sıra Dostoyevski ve Baudelaire de dile getirmişti. Birbirinden farklı görüşlere sahip bu kişilerin, farklı zaman ve mekanlarda, aynı gerçeği gözlemlemeleri çarpıcıdır. Daha çarpıcı olansa, aynı çağda yaşayan bu kişilerin burjuva toplumuna karşı duydukları tiksinti ve nefretin de aynı şiddette olmasıdır.

Sanatçılar ve yazarlar gündelik hayatın içinde burjuva toplumunun açmazlarını sezgileriyle gözlemlerken, Marx bir filozof ve bilim insanı olarak bu toplumun açmazlarının nedenini, gündelik yaşamının görüntüsünün altındaki derin gerçekliği ortaya koyan ilk kişiydi: “Tüm ahlak ve doğa, yaş ve cinsiyet, gece ve gündüz sınırları yok edildi. Sermaye kendi şölenini kutluyor”. Her gün yeni sınırlar, değerler, kurumlar inşa eden, akşamında kendi kurduğunu ortadan kaldıran bu toplumun yıkıcılığının nedenini Marx ekonomide, üretim ilişkilerinde görmüştü: “Burjuvazi, üretim araçlarını, yani üretim ilişkilerini, yani bütün toplumsal ilişkileri sürekli devrimleştirmeden var olamaz. Oysa bundan önceki bütün sınai sınıfların birinci varoluş şartı, eski üretim tarzını değiştirmeden muhafaza etmekti. Üretimin sürekli alt üst oluşu, bütün toplumsal durumların mütemadiyen sarsılması, ebedî güvensizlik ve hareket, burjuva çağını bütün öncekilerden ayırt eder”.

Çağdaşı sanatçılar burjuva toplumunun derinlikli betimlemesini yaparken Marx bu toplumun bedenine neşterini vurarak otopsi yapmıştır. Rembrandt’ın ‘Anatomi Dersi’ tablosundaki, elindeki neşterle insan bedenini meslektaşlarına ve öğrencilerine gösteren doktor gibi Marx da burjuva toplumunun derisinin altındaki karmaşık, hareketli ve derin yapıyı göstermiştir.

Marx ve çağdaşları “katı olan her şeyin buharlaşmasını” gözlemlemişlerdi. Bugün bizlerse, sermayenin birikiminin ve yoğunlaşmasının ulaştığı hızdan dolayı bu buharlaşmayı belli bir mekanda ve zamanda berrak biçimde gözlemlemekte zorlanıyoruz. Daha önemlisi, Marx ve çağdaşlarını hayrete düşüren burjuva toplumundaki bu kaotik ortam ve kargaşanın bizleri şaşırtmaması, olağan gelmesidir. Küreselleşmenin sermayeye kazandırdığı hızdan dolayı, bizler burjuva toplumunda değerlerin katılıktan buharlaşma sürecini değil, onun sadece, Zautman’ın dediği gibi, akışkan halini görmekteyiz. Her şeyin akıp gittiği bu yüzyılda, akıntının içinde sürüklenmekteyiz. Bundan dolayı hiçbir şeye ‘yabancılaşamamaktayız’, burjuva toplumundaki her türlü alt üst oluşu sıradanlaştırmaktayız, hatta çürüdüğümüzü bile anlamadan bunları içselleştirmekteyiz.

200’üncu yılında Marx’ı sadece anmak, onun dehasına övgüler sıralamak, onun düşünsel mirasının zenginliğine güzellemeler yapmak için değil; tam da bu akıntının dışına çıkabilmek, katı olan her şeyin nasıl buharlaştığını yeniden anlayarak bugünkü postmodern burjuva toplumunun bizi sarıp nefessiz bırakan örtüsünü parçalamak amacıyla Marx’ı yeniden keşfetmek zorundayız. Marx’ın, Engels ile birlikte ortaya koyduğu diyalektik materyalizm, yüzyıllar içinde birçok şekil değiştirse de özünde aynı kalan, burjuva toplumunun temel çelişkilerini ve açmazlarını anlamak ve bunlarla mücadele etmek için elimizdeki en kıymetli yöntemdir.

Marx’a, onun kendi zamanındaki burjuva toplumsal ilişkileri nasıl ele alıp çözümlediğine, diyalektiği nasıl harekete geçirdiğine, anakronizm hatasına düşmeden, bugün dünyada ve ülkemizdeki toplumsal ve siyasi sorunları çözümleme ve karşı çözüm üretmek amacıyla daha yakından bakılması gerekmektedir.

Bugünün krizlerine Marx’la bakmak - Resim : 1

BURJUVA TOPLUMUNUN MASKELİ KOMEDİSİ

Hegel, bir yerlerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların ve kişilerin, bir anlamda, iki kez ortaya çıktığını söyler. Şunu eklemeyi unutmuş: Birinde trajedi, diğerinde komedi olarak”

Marx, 18 Brumaire

Burjuvazi, toplumdaki her şeyi kutsal halesinden yoksun bırakarak onu dünyevileştirirken; aynı zamanda toplumdaki her şeyi kendi kimliğinden, yüzünden, dokusundan koparmaktaydı. Marx, burjuva toplumundaki her krizle birlikte var olan her şeyin nasıl dönüşüp tanınmaz hale geldiğini, toplumdaki sınıfsal ve siyasal çatışmalar bağlamında incelemişti. Rasyonel ve planlı, askeri disiplinle işleyen fabrikaların arkasında üretim ilişkilerini sürekli değiştiren kapitalizmin krizler üreten irrasyonel ve anarşik yapısını ilk kez Marx ortaya koymuştu. Kapitalizmin krizler üreten bu kaotik yapısı, üzerinde yükselen sınıfların içeriğini ve konumlanışını da sürekli devinim halinde hareket etmeye zorlamaktaydı.

Marx, Kıta Avrupası’nda kapitalizmin burjuva toplumunu nasıl bir görünüme soktuğunu şöyle betimlemiştir: “Üzerinde durduğumuz dönem, göze batan çelişkilerin en renkli karışımını içerir: herkesin gözü önünde anayasaya karşı komplo kuran anayasacılar; anayasacı olduklarını ifade eden devrimciler... nefret ettikleri cumhuriyeti Fransa’da tutmak zorunda olan kralcılar; gücünü tam da zayıflığında ve aşağılanmasında bulan bir yürütme gücü... huzur adına kaba ve içeriksiz çalkantı; devrim adına en görkemli huzur vaazları; gerçekliği olmayan tutkular, tutkusuz gerçeklikler; kahramanlıkları bulunmayan kahramanlar”. Her şeyin kendi karşıtıyla iç içe geçtiği bu dönemin yeni ve sıradışı oluşunu Marx, burjuva toplumunun değişmez özelliği olarak not eder.

‘Komünist Manifesto’yu ilk kez okuyan birçok kişinin burjuva toplumuna bu denli diş bileyen Marx ve Engels’in, burjuvaziye yaptığı ‘övgüleri’ okuyunca şaşırması doğaldır. Ne var ki Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşları” ve “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” eserleri okunduğunda bu noktadaki sis perdesi aralanır.

Marx, burjuvazinin monarşiye ve feodalizme karşı, devrimci mücadele verdiği dönem ile burjuvazinin egemen olduğu, kendi toplumunu inşa ettiği dönemi birbirinden ayırır. 18. yüzyılda burjuvazi kendi devrimini gerçekleştirmek için insanlığın bütün ilerici birikimini harekete geçirirken, toplumsal iktidarı aldıktan sonra insanlığın bütün ilerici birikimini baskılayarak, toplumsal ilerlemeyenin önüne duvarlar örmeye başlamıştır. 18. yüzyıl boyunca anayasal özgürlükler ve insan hakları için mücadele eden burjuvazi eski rejimin zindanlarını yıkmıştı. Simdiyse kendisi özgürlüğü tutsak etmekte, anayasayı yasaklamakta, serflikten yurttaşlığa taşıdığı kitleleri ücretli köleliğe mahkum etmek istemektedir. Dün burjuvazi özgürlüğü fetheden bir savaşçıyken, bugün özgürlükten korkan bir gardiyandır.

Marx, burjuvazinin devrimci barutunu tüketmesi sonucu toplumun en tutucu sınıfı haline gelmesine rağmen, ideolojik hegemonyasını sürdürebilmek için kendisini hala “ilerlemenin ve özgürlüğün” havarisi ilan edebilmek için kullandığı maskeleri düşürmeye çalışır, sermayenin maskeli şölenine son vermek, gardiyanın gömleğine iliştirilen armaları düşürmek ister. Racine’in tragedyasını sahneleyenin bir palyaço olduğu, oyunun ise komediden ibaret olduğunu göstermek ister. Burjuvazi her şeyi kutsallığından arındırırken, kendi kutsallığını yaratmaya çabalaması, şairin kutsal halesini düşürmesi gibi komedinin kaçınılmaz unsurudur. Marx, her şeyin birbirinin içine girdiği çelişkileri ayrıştırarak insanların “hayattaki yerlerine, karşılıklı ilişkilerine ayık gözlerle” bakmasını amaçlar. Çünkü burjuvazi sahnelediği komediyi bütün sınıflara oynatmak istemektedir.

Marx “18 Brumaire” kitabında burjuvazinin kendi devrimci geçmişindeki tarihi kişilerin maskelerini, giysilerini, sözlerini tekrar ederken bu gülünç komediye ilerici sınıfların ve kişilerin eşlik etmesini, proletaryanın özgürleşme mücadelesine verdiği zarara dikkat çekmişti. Louis Bonaparte amcası Napoléon rolünü oynarken, monarşi yanlıları burjuvazinin borsasının duvarlarını krallığın sembolleriyle süslerken, ilerici kesim Danton’un, Robespierre’in, 1793-1795’in Montagne’inin temsil ettiği devrimci geleneğin gülünç taklitlerinden öteye geçemez.

Büyük Fransız Devrimi’nin en şanlı günlerini simgeleyen Jakobenlerin partisi Montagne’in ismini kullanarak demokratik parti, burjuvazi ve isçi sınıfı arasında kararsız şekilde bocalamasını, orta yolculuğunu ve korkaklığını geçmişteki en kararlı devrimci partinin ismiyle perdelemek ister : “Montagne, Konvansiyon’dan ödünç aldığı aslan postunun altında, kendi doğal küçük burjuva dana yüreğinin görünmesine hiç fırsat vermiyordu”. Fakat Marx bu perdeyi de yırtar: “O asıl Montagne’in zavallı, gülünç bir yansımasından başka bir şey değildi.”

Marx’ın gözlemlediği bu dönemde köylülük nüfusun hala ezici çoğunluğunu oluşturuyordu, şehirlerde küçük dükkân sahipleri burjuvazinin en kalabalık kitlesiydi. Sanayinin belli bölgelerde dağınık ve zayıf oluşumundan dolayı isçi sınıfı bu köylü ve küçük burjuva kitlesi içinde kaybolmaktaydı. Buna rağmen proletarya Haziran 1848’de, burjuva toplumuna karşı topyekun ayaklanmıştı. Marx’a göre modern toplumu geri çevrilemez biçimde ikiye bölen bu ayaklanmayla, burjuvazinin toplumsal egemenliğine ilk kez meydan okunmuştu. Marx, proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ilk kez tarih sahnesine çıktıktan sonra kendi devrimini başarıya ulaştırabilmesi için burjuva toplumundaki tüm ideolojik yanılsamalardan, maskeli komediden ayrı kendi yüzüyle, sesiyle, giysileriyle ve programıyla mücadele etmeliydi: “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirini geçmişten değil, yalnızca gelecekten çıkarabilir. Geçmiş hakkındaki tüm boş inançlardan sıyrılmadan, kendisini başlatamaz. Eski devrimler, kendi içeriklerini bastırmak için, dünya tarihine ilişkin anılara gereksinim duyuyordu. 19. yüzyılın devrimi, kendi öz içeriğine ulaşmak için, ölülere kendi ölülerini gömdürmek zorundadır.” Ancak o zaman proletarya modern burjuva toplumunun mezar kazıcıları olabilecektir.

Bugünün krizlerine Marx’la bakmak - Resim : 2

KENDİ KUTSALLIĞINI LANETLEYEN BURJUVAZİ

Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum”

Marx, 18 Brumaire

Marx, burjuva toplumundaki uzlaşmaz çelişkilerin gerek burjuvazi gerekse proletarya tarafından son noktasına kadar taşınamamasının sonucu, yaşanan komedinin sonunda bir soytarının kendisini imparator ilan etmesini ‘mümkün kılan’ toplumsal koşulları ortaya koyar.

Marx, büyük devrimci geleneğe, köklü kurumlara, zengin entelektüel birikimine rağmen Fransa’nın bir macerapereste, hırsıza, sıradan bir adama teslim olmasının ‘kaçınılmaz’ nedenlerini dramatik biçimde sıralar. “Burjuva toplumu kahramanlıktan uzak olsa bile, onu bu dünyaya getirmek için kahramanlığa, özveriye, teröre, iç savaşa ve dış savaşa gereksinim duyulmuştu... Eski Fransız Devrimi’nin partileri ve kitlesi gibi, bu devrimlerin kahramanları Camile Demouslins, Danton, Robespierre, Saint-Just ve Napoléon da, kendi dönemlerinin görevlerini, yani modern burjuva toplumunu zincirlerden kurtarma ve onu kurma işini, Roma kostümleri içinde ve Roma deyimleriyle yaptılar... Yeni toplumsal oluşum bir kez kurulduğunda, tufan öncesi döneme ait devler ve onlarla birlikte yeniden canlanan Roma, yani Brütüs’ler, Gracchus’lar, Publicola’lar, tribünler, senatörler ve Sezar’ın kendisi ortadan kayboldu. Yalın gerçekliğiyle burjuva toplumu, gerçek çevirmenleri ve sözcülerini Say’lerle, Cousin’lerle, Royer-Collard’larla, Benjamin Constant’larla ve Guizot’larla yarattı; gerçek komutanları yazı masasının arkasında oturuyordu ve et kafalı XVIII. Louis bu toplumun siyasi lideriydi.”

Burjuva toplumundaki ideolojik yanılsamalar tam da bir siyasi kriz yaşandığında “et kafalı Louis”in kendisini Napoléon gibi sunarak, burjuvazinin hegemonyasını sürdürmeye çalışmasından kaynaklanmaktaydı. Marx, devrimci ve ilerici sınıflara, bu yanılsamalara, komediye ayak uydurarak hegemonyaya karşı mücadele verilemeyeceğini göstermek ister.

Burjuvazi kendi toplumsal egemenliğini kurduktan sonra, diyalektiğin kaçınılmaz hareketi sonucu, eski rejime karşı yarattığı bütün silahlar, ilkeler, kurumlar, düşünceler kendisini hedef almaya başlamıştı. 24 Şubat 1848 Devrimi sonrası proletaryanın elde silah genel oy hakkını kazanmasıyla cumhuriyet ilan edilmiş ve o tarihten itibaren cumhuriyetin proletaryanın rengini verdiği ‘sosyal cumhuriyet’ mi yoksa burjuvazinin rengini verdiği ‘parlamenter cumhuriyet’ mi olacağı kavgası başlamıştı. Burjuvazi alttan gelen radikal demokrasi taleplerini her seferinde püskürtse de devrim korkusu onu krallığın tacının arkasına ve süngülerin arasında saklanmaya itmişti. Bir anlamda burjuvazi kendi korkusunu toplumsallaştırarak dramatik sınıf savaşını her defasında komediye dönüştürmeye çalışmıştı.

Toplumsal egemenliğine rağmen siyasi egemenliğinde yaşadığı krizler kördüğüme döndükçe burjuvazi, kendi yarattığı anayasayı çiğnemeye, kendi kurduğu parlamentoyu itibarsızlaştırmaya, kendi yücelttiği basın özgürlüğünü susturmaya, kendi devrimini hazırladığı kulüpleri kapatmaya, kendi kutsadığı genel oyu ortadan kaldırmaya başlamıştı. Burjuvazi kendi ‘katı prensiplerini’ baskı ve terörle sıkıştırdıkça, ısınan siyasi havayla genleşmeye başlar böylece “burjuva mali reformuna ilişkin en basit, liberalizme özgü en sıradan, cumhuriyetçiliğe özgü en formel, demokrasiyle ilgili en yüzeysel talepler aynı anda hem ‘topluma yönelik saldırı’ olarak cezalandırılır hem de ‘sosyalizm’ diye damgalanır”. Bu noktadan sonra burjuvazi kendi kurduğu toplumu tanıyamaz, kendi ilkeleri ona düşmanın sözleri gibi gelir. Burjuvazi kendi toplumuna yabancılaşmaya başlamasıyla artık komedisini de oynayamaz. “Burjuvazi... kendi toplumsal iktidarının eksiksiz korunması için kendi siyasal iktidarının parçalanmasının zorunlu olduğunu...diğer sınıflar gibi kendi sınıflarının da aynı siyasal hiçliğe mahkum edilmesi koşuluyla devam edebileceklerini... onu koruyacak olan kılıcın aynı zamanda Demokles’in kılıcı olarak kendi kafasının üzerine asılmasının zorunlu olduğunu itiraf ediyor.”

Devrimci kaynamanın başlangıç noktasında burjuvazi sahip olduğu ve temsil ettiği her şey buharlaşmadan, mülkiyetini korumak için siyasal egemenliğinden el çekerek sahneye bir soytarıyı, Bonaparte’ı sırtında ittirir. Böylece “Fransa’nın en basit adamının en karmaşık önem kazanması” mümkün olur ve siyasal hiçliğe mahkum olan burjuva toplumunun tepesine “hiçbir şey olmadığından, kendisinden başka her anlama gelebilen” Bonaparte oturabilmiştir.

Bugünün krizlerine Marx’la bakmak - Resim : 3

LÜMPEN PROLETARYANIN İMPARATORU

O anda burjuvazinin Bonaparte’ı seçmekten başka hiçbir seçeneği yoktu... Burjuva toplumunu artık yalnızca 10 Aralık Derneği’nin lideri kurtarabilirdi! Mülkiyeti artık yalnızca hırsızlık, dini yalnızca yalan yere yemin, aileyi yalnızca piçlik, düzeni yalnızca düzensizlik kurtarabilirdi!”

Marx, 18 Brumaire


Burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruması için, bütün toplumsal kurumların içeriğinin boşalmasıyla toplumu bir arada tutan tüm sınırlar kaldırılır, bütün ahlak ilkeleri parçalanır. Hırsızlık mülkiyetin temeli olur, düzen kaosla sağlanır. Böylece burjuvanın ‘Kutsal Aile’si, “düzen fanatiği burjuvalar, sarhoş asker güruhları tarafından balkonlarında vurulur, kutsal aile ocakları kirletilir.” Bonaparte artık, yalnızca burjuva parlamentosuna boyun eğdiren değil, burjuva toplumuna da diz çöktüren adam olur.

Marx’ın özellikle üzerinde durduğu diğer bir konu, burjuva toplumundaki değerler kaybının lümpen proletaryayı siyasi aktör olarak sahneye fırlatmasıdır. Çoğunluğu, işçi sınıfıyla aynı koşullarda, aynı semtlerde oturmasına rağmen, ona karşı düşmanca çıkarlara sahip lümpen proletarya Bonapartist rejimlerin hareket etmesini sağlayan gerici unsurlardır. Marx bu toplumsal kesimi ‘sınıf dışı unsurlar’ olarak tanımlamıştı. Kuşkusuz bütün kötülükleri kendi rahminde taşıyan burjuvazinin bir artığı, posasıydı lümpen proletarya.

1830 Devrimi’nden sonra Louis-Philippe döneminde, devlete egemen olan burjuvazinin mali aristokrasi kesimiydi. Banka ve borsa üzerinde spekülasyonlarla zenginleşen, asıl geçim kaynağı devletin bütçe açığı olan, devlet ihaleleriyle palazlanan ve “bütün topluma havadan zengin olma düşkünlüğü” aşılayan mali aristokrasi aslında “zevklerinde olduğu gibi kazanç tarzında da, lümpen proletaryanın burjuva toplumunun doruklarında dirilişinden başka bir şey değildir.” Bonaparte’ın hükümet darbesinden hemen önce, Yahudi tefeci Fould’u maliye bakanı yapmasıyla asalak, spekülatif burjuvazinin bataklığında yeşeren lümpen proletarya, yeni toplumun çiçekleri olarak burjuvazinin balkonlarını süslemeye başlamıştı.

Burjuvazi kendisiyle birlikte tüm sınıfları siyasi hiçliğe sürüklerken, bir hiç olan Bonaparte’ı cumhurbaşkanı ve hiç olan lümpen proletaryayı toplumun başat unsuru haline getirmişti. Bonaparte cumhurbaşkanı seçildikten bir yıl sonra 10 Aralık 1849’da bir hayır kurumu olarak ‘10 Aralık Derneği’ni kurmuştu. Bonaparte adım adım hükümet darbesine ilerlerken Marx bu kesimin rolüne ve oluşumuna özellikle dikkat çeker:

“Bonaparte’a hep 10 Aralık Derneği’ne bağlı kişiler eşlik ediyordu. Paris’in lümpen proletaryası, bir hayır derneği kurma bahanesiyle, her biri Bonapartçı ajanlar tarafından yönetilen ve tepelerinde Bonapartçı bir generalin bulunduğu gizli birimlerde örgütlendi. Neyle geçindikleri ve kökenleri belli olmayan, yıkıma uğramış roués (zevk düşkünleri) ile burjuvazinin bozuk ve maceracı unsurlarının yanında, serseriler, terhis edilmiş askerler, serbest bırakılmış hükümlüler, firar etmiş kürek mahkûmları, dolandırıcılar, şarlatanlar, Lazzoroni, yankesiciler, kumarbazlar, maquereaus (pezevenkler), genelev sahipleri, hamallar, yazar bozuntuları, laternacılar, bileyiciler, tencere tamircileri, dilenciler, kısacası Fransızların La boheme (yarını düşünmeden yaşayanlar) diye andığı belirsiz, dağınık, oradan oraya savrulan yığının tümü; Bonaparte, 10 Aralık Derneği’nin ana gövdesini kendisiyle akraba olan bu unsurlardan oluşturdu.”

Toplumun bu safrası trenlere doldurularak, Bonaparte’ın her gezisine, her seçim çalışmasına eşlik etmekteydi. Bazen, Bonaparte’ın gideceği şehre önceden giderek karşılama düzenlemekte ve hatta bir protesto olduğunda polisten önce müdahale etmekteydiler. Zaten Bonaparte polis müdürlüğüne de kendisine bağlı bir kişiyi atamıştı! Darbenin hemen öncesinde kendi milis kuvveti olarak kullandığı lümpen proletarya darbeden sonra Bonaparte’ın özel ordusunun iskeletini oluşturacaktı. Burjuvazinin toplumun kenarına ittiği lümpen proletarya, darbe sonrası burjuvazinin en ihtişamlı semtlerinde sarhoş halde bağırıp burjuvaziye hakaretler yağdırmıştı.

Burjuvazi kendi komedisini oynaması için yerine bir soytarıyı sahneye çıkardığında, lümpen proletaryanın protokol koltuklarını işgal edebileceğini öngörememişti. Kralcı burjuvazi, geleneksel gösterinin sonunda soytarının kralın tacıyla halkı selamladığını da unutmuştu. Komedi burjuvazi için trajik komik bir durum alırken, Bonaparte’ın iktidarında bu toplumsal çelişkiler derinleştiği ölçüde genişleyip bütün Avrupa’ya yayılmıştı. Lümpen proletaryanın bataklığında 20 yıl hüküm süren Bonaparte’ın gülünç olduğu kadar tiksindirici rejimine Paris Komünü ile proletarya son verecekti.

TÜRKİYE’NİN BONAPARTE’I ERDOĞAN

Marx’ın bu eserini bugün hala canlı ve güncel kılan, burjuvazinin her dönem kendi toplumunun açmazlarıyla karşılaştığında kendi kurucu ilkeleri nasıl terk ettiğini, kendi kutsallaştırdığını nasıl lanetlediğini tarihi maddeci yöntemle göstermesidir. Bonaparte gibi vasıfsız bir adamı toplumun en tepesine çıkaran çelişkileri kendi iç bağlantılarıyla tarihsel bağlamda ele alarak Marx, bugün bizlere, burjuva toplumunda yaşanan benzer siyasi krizlerin nasıl seçenekler dizisi sunacağına dair bir öngörü sağlar.

Marx’ın ele aldığı 1850’lerin Fransa’sının bütün iktisadi ve toplumsal özgünlüklerini unutmadan, Bonaparte’ı iktidar yapan dinamikleri 2002’den bu yana iktidarda olan Tayyip Erdoğan ile kıyaslamak; o günün Fransa’sını Türkiye ile kıyaslamak ilginç olabilir.

Bonaparte’ın başarısız bir darbe girişimi sonrası hapsedilmiş sonrasında İsviçre’ye sığınmıştı ve bu ülkenin vatandaşlığına geçmişti. O zamanki Fransız anayasasının 44. maddesinin “Fransız cumhuriyetinin cumhurbaşkanı, Fransız yurttaşı olma niteliğini hiçbir zaman yitirmemiş olmalıdır” hükmüne rağmen Bonaparte’ın anayasaya aykırı şekilde cumhurbaşkanlığına aday olması ve sonrasında cumhurbaşkanı olmasına bizzat burjuvazi göz yummuştu. Erdoğan da siyasi yasaklı olmasına rağmen önce milletvekili sonrasında başbakan ve cumhurbaşkanı olmuştu. Tarihin ironisi, her iki cumhuriyet karşıtı siyasi yasaklıyı da burjuvazinin cumhuriyetçi kesimleri desteklemişti.

Haziran 1848 Devrimi’nden sonra burjuvazi, işçi sınıfına karşı Fransa’daki tüm gerici kuvvetlerle ittifak yapmıştı. Aydınlanma’nın ve laikliğin torunları liberal burjuvazi, eğitim sistemini yeniden Cizvitler’in eline teslim etmişti. Türkiye’de ise laikliğin ve Aydınlanma’nın temellerini atan parti siyasal İslam’ı temsil eden bir kişiyi cumhurbaşkanı adayı göstermiş ve Türkiye’nin en laik kitlesi bir Cizvit’e oy vermişti.

Avrupa’nın gerici iktidarlarını beyaz atının altında ezen Napoléon’un komutanları, lümpen proletaryanın liderinin sosis ve şampanya şölenlerinde kendinden geçerek anayasaya aykırı olarak “Yaşasın İmparator” sloganlarıyla Champ de Mars’da yürümüştü. Bugünse Atatürk’un ordusundaki komutanlar, selam durmadıkları cumhurbaşkanın özel kalemi gibi hareket etmekte, özel görüşmeler için Beştepe’de hazır beklemektedir.

Bonaparte’ın lümpen proletaryası bugün Türkiye’de milli irade olarak sunulmakta, seçim otobüsleriyle il il gezdirilmekte; laik yurttaşlar siyasal İslamcı adaylara oy atmakta, onlar için imza toplamakta; ulus devleti savunanlar federasyonu savunan etnik milliyetçileri desteklemekte; solcular ortaçağın federalist yapısını gerçek demokrasi olarak görmekte... Burjuva toplumu ve onun üzerinde yükselen bütün kurumlar, anlayışlar, eğilimler, değerler ve ahlak çözülmektedir. Türkiye’de de uzun bir süredir ‘katı olan her şey buharlaşmaktadır’, devrimci bunalımlar siyasi havayı ısıttıkça sistem içi bütün kuvvetler bir daha tanınmamacasına birbiri içinde erirken, devrimci kuvvetler daha da gün yüzüne çıkmaktadır.

Erdoğan her geçen gün çözülen kendi iktidarını Osmanlı’nın, geçmişin imgeleriyle kutsallaştırmaya çalıştıkça, tıpkı Bonaparte gibi “...her şeye dokunuyor... düzen adına anarşi üretiyor... tüm devlet mekanizmasını kutsal halesinden yoksun bırakıyor, onu kutsallığından arındırıyor, aynı anda hem iğrenç hem de gülünç kılıyor.” İmparatorluk tacıyla kendisini Napoléon sanan Bonaparte gibi, saltanat koltuklarına oturarak kendisini sultan sanan Erdoğan’ın da dramatik sonu aynı olacaktır.

Marx’ın kitabının sonunda “ama imparatorluk pelerini sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarına düştüğünde Napoléon’un Vendôme Sütunu’nun tepesindeki tunçtan heykeli devrilecek” şeklindeki kapanış cümlesindeki kehanet, Paris Komünü ile birlikte, üstelik ‘halesini kaybeden’ bir ressam olan Courbet’nin elinden gerçek olmuştu. 24 Haziran’dan sonra Erdoğan başkanlık koltuğunda oturması halinde Beştepe’deki imparatorluk simgeleriyle birlikte devrilecektir. Kuşkusuz, ilk yıkım trajik olmuştu, ikincisiyse komedi olacaktır.

O gün gelene kadar, Baudelaire’in halesini sokaklarda arayan şairi, eşsiz bir komedi olmaya devam edecek.