Butik müzeler
Bir kentin, dahası bir ulusun kültürel göstergelerinden biri de hiç kuşku yok ki sahip olduğu müzelerdir. Müzeler, ayrıca geçmişten geleceğe emanet edilen bir zenginliğin de en somut kanıtlarıdır. Bir coğrafyada müzelerin nicelik ve de niteliksel olarak öne çıkan varlığı, yalnızca geçmişe duyulan bir saygıyı değil, onun da ötesinde sahip olduğu kültürel zenginliği de ortaya koyar.
Müzelerin varlığı ve işlevi üzerine ne kadar tanımlamalar ve güzellemeler yapılırsa yapılsın onların bir toplumdaki değerini ve yerini anlatmak için yeterli değildir. Bir müzenin en etkin yanı, onu gezerken edinilen anlık izlenimlerdir. Ya sizi tıpkı geniş yapraklı egzotik bitkiler gibi yaprakları arasına alıp özümler, ya da bütünüyle iter. Bu iki farklı duyguyu yansıtması, içindeki eserlerin değerlerinden daha çok müzenin kendine özgü atmosferinden kaynaklanır.
Ülkemizde yeni yapılan müzeler gerçekten; gerek mimarisi ve gerekse sergileme biçim ve teknikeriyle mükemmele yakın güzellikte. Demek ki isteyince oluyormuş.
Ama ne var ki müzelerimiz güzellik ve zenginlikleriyle değil de çoğunlukla bir dizi olumsuzluklarıyla gündeme geliyor. Neredeyse soyulmadık bir müzemiz kalmadı gibi bir şey. Bu konuyu içeren bir yazımızda bu soygunların yapılış biçimleriyle soyanlara dikkat çekmek için “tüm müzeler içerden mi soyulur” diye bir başlık atmıştım. Hani tüm hırsızlıklarda, hırsızın eliyle koymuş gibi bulduğunda hemen söylenen klasik söz vardır ya “bunu mutlaka bilen bir kişi yapmıştır” diye, işte bizim müze soygunlarımız da böyle bir şeydir. Hep içten soyulur.
Ama bu kez müze soygunlardan filan değil, deyim yerinde ise küçük, butik müzelerden söz edeceğiz. Bir ara Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın isteği ile bu tür küçük müzeciklerin oluşturulması için İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde koleksiyoncu, akademisyen ve müzecilerin katıldığı toplantı -ya da toplantılar- yapılmıştı. Ama ne var ki bunlardan olumlu bir sonuç alınamadı. Bu toplantıya katılanların birçoğu -özellikle de koleksiyoncular- bu türden değil on, kısa bir sürede yüzün üzerinde müze yapılabileceğini ve eserleriyle bu tür müzeciklere katkı yapabileceklerini belirtmişlerdi. Ama olmayınca da olmuyor.
Butik müzeler en kısa tanımıyla, büyük müzeler için küçük/az, koleksiyoncular için büyük/çok eserlerden oluşan müzeciklerdir. Bu müzeciklere, fazla iddialı olmamak için “müze” adı kullanılmadan da bir başka ad vermek mümkün. Benzerleri dünyanın her bir yanında, özellikle de turistik yörelerde var. Bizde akla gelen ilk örnekler ise, Malatya’ya oluşturulan fotoğraf ve radyo müzeleri. Sanırım diğer illerimizde de bu türde yapılan güzel ve şirin müzecikler var.
Bu tür minyatür müzeleri kentlerden ilçelere, hatta büyük ölçekli yerleşim birimlerine taşımak bile mümkün. Bunun örnekleri yok değil ama yetersiz. Örneğin çoğu kasaba ya da benzeri yerler içlerinden çıkan ünlü bir hemşerisinin ya da yetiştirdiği ve geliştirdiği bir sanatın küçük çaplı bir müzeciğini oluşturamaz mı? Bu müzecikler hem yapıldığı yörenin tanınmasına hem de sanatçının unutulmamasına küçük de olsa katkılar sağlar.
Koleksiyoncuların ellerindeki değerleri asla küçümsememek gerekir. Her koleksiyoncunun onları toplama amacı yalnızca kendi beğenilerini tatmin edip, geçmişe duyulan özlemlerini gidermek değil, onları kendi adlarını taşıyan müzeciklerde hem yaşarken hem de sonrasında bu tür müzeciklerde paylaşılmasını sağlamaktır.
Ama bu coğrafyada ya koleksiyoncular yitip gidiyor, sonrasında ömür boyu biriktirdikleri eserler dağılıp yok ediliyor ya da koleksiyoncular yaşarken, tıpkı Ali Poyrazoğlu örneğinde olduğu gibi onca değerler talihsiz bir yangının kurbanı oluyor…
Bu iki yönlü yitirilişin tek çaresi; Butik Müzeler…