‘Büyük fotoğrafa’ bakamayan Türk aydını ve memleket meselesi
Bizim memleketin “solcumsularının” gereksiz şekilde hemen her şey için kullandıkları, ama fazla da anlayamadıkları “Büyük Fotoğraf” sözünü ele alacağız bugün. Hayat hiçbir zaman bize bu büyük fotoğrafı net olarak sunmadığı için, belki de üzerinde en az kafa yorulan konulardan birisi. O nedenle, hemen her önemli siyasi gelişmede, bizim “aydınımsı” kesimimizin kafayı duvara toslamasına da sebep olmakta.
Konuyu siyasi büyük fotoğrafa getirmeden önce, geliniz kişisel hayatımızdaki “Büyük Foto” yansımalarına kısa bir göz atalım: Orta yaşlardasınız, evlisiniz, iki çocuğunuz üniversiteye gitmekte, eviniz de var, bir adet de arabanız. Her sene on günlüğüne bir yerlere mütevazi bir tatil için de gidebilmektesiniz. Yani her şey “picture perfect=mükemmel bir foto” gibi görünmekte dışarıdan. Ama birdenbire, ne olduysa eşiniz artık bu evlilikten elektrik alamadığını ve hayatının geri kalanında kendisini keşfetmeyi ve bağımsız yaşamayı istediğini belirterek boşanma başvurusunda bulunur. Hayatınızın belki de en dramatik dönemlerinden birisi başlamış olur sizin için. Artık günlerce ve saatlerce ve sabahlara kadar bunun nedenini öğrenebilmek için konuşur durursunuz kendi aranızda. Konuştukça da “Büyük Foto”dan uzaklaştığınızın farkında bile olmazsınız. Hatta bir süre sonra, yenilmişlik duygusu, pişmanlıklar, keşkeler o denli yoğunlaşır ki, etrafınız Karadeniz’in o meşhur kalın sis tabakalarından biri ile örtülür ve bastığınız yeri bile göremez hale gelirsiniz. Artık eskilerin “fasit daire”, Amerikalıların “vicious circle”, geri kalanımızın da “kısır döngü” dedikleri ruh hali ile derin bir depresyon içindesinizdir. Bundan sonrası için “Tanrı yardımcınız olsun” demekten başka bir şey bulunmaz.
MUTFAK MASASINDA BULUNAMAYAN ÇÖZÜM
İşte tam da burada, “Büyük Fotoğrafı” net şekilde görmenin gerekliliği ortaya çıkar. Belki de bir profesyonel psikiyatristin yardımı ile, evinizin mutfak masasının etrafındaki tartışmalardan on bin metre yukarıya çıkıp, eşinizle ve ailenizle yaşadığınız evin, mahallenin, şehrin, bölgenin, ülkenin ve belki de dünyanın ahvaline o yukarılardan bakıp, “Büyük Fotoğrafta” neler olduğunu veya olmadığını tahlil etme imkanına kavuşabilirsiniz. Eğer şanslıysanız demek de gerek bu noktada. Çünkü çoğunlukla “küçük fotonun” kısır boyutları içinde donakalırız ve hayatımız heder olur gider.
Şimdi, sözü siyasi “Büyük Fotoğrafa” getirmenin tam zamanı. Ve amacımız bir şekilde, bu tahlili deprem felaketimizi bile bize unutturup, tüm TV kanallarında birinci habere yükselen beşli-altılı-yedili masa hikâyelerine uygulamak.
Heraklitos’un 2500 sene önce belirttiği gibi “aynı nehirde iki kez yıkanamayacağımız” bir dünyanın bireyleriyiz. Bu felsefi cümledeki her kelimeyi iyi analiz ederek düşünce sürecimizi oluşturma gerekliliği var. Buradaki nehirin ne olduğunu, neden aynı kalmadığını, bizim kim olduğumuzu, neden aynı biz halinde kalamadığımızı, biraz zahmet edip iyice kavramamız gerek. Yoksa bir kutsal dua haline getirip günde yüzbin kere de tekrarlasanız, bu cümlenin size vermek istediği mesajı ve hayatınıza uygulayabileceğiniz o mükemmel diyalektik felsefeyi kavrayamazsınız. Ama zahmetine katlanır da, Heraklitos’un, Efes’teki Menderes nehrimizin kenarında oturup, hiç durmadan akan ve her saniye değişen nehri, kendisini, suyu ve çevreyi gördükten sonra söylediği “aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı” gerçeğini kavrarsanız, kendinize çok büyük bir hayat hediyesi vermiş olursunuz. Böylece hem kişisel hem de siyasi sorunlar karşısında muazzam bir fikirsel zırha bürünebilirsiniz.
NAZIM HİKMET VE DENİZ GEZMİŞ’TEN BU YANA DEĞİŞMEYEN ‘BÜYÜK FOTO’
Gelelim günümüzün o “Büyük Fotoğrafına”: Dünya hala dönüyor. ABD hala dünyanın jandarması rollerinde, her köşede elindekileri kaybetmemek için akla gelecek her şeyi yapıyor. Ukrayna’dan Tayvan’a, Peru’dan Türkiye’ye askeri, ekonomik, diplomatik tüm gücünü ortaya dökerek dünyayı yönetmeye çalışıyor. Her bağımsız ülkede iyisiyle kötüsüyle birer hükümet var. Bu iktidarlar bazen ABD’ci olarak, bazen başka güçlerle denge yapmaya çalışarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yüz yıllık dünya egemenliğini ve dünya patronluğunu elinden kaçırmak istemeyen ABD de, darbelerle, askeri üslerle, ekonomik yaptırımlarla, açık tehditlerle, bölgesel birlikteliklerle, NATO gibi askeri jandarması ile, tüm ülkelerde işine gelenleri iktidar yaparken, işine gelmeyenleri alaşağı etmeye çalışıyor. İktidardan indirmeye çalıştıkları, bazen bizzat kendilerinin bir süre önce iktidara getirdikleri bile olsa! Tüm ülkeler bildikleri kadarıyla, becerdikleri miktarda, halklarıyla birlik içinde oldukları kadarıyla, içlerindeki yabancı maddeleri yok ettikleri kadarıyla, ABD’nin planlarıyla ya uyum sağlıyorlar ya da belirli seviyelerde mücadele ediyorlar. Fikri ve felsefi olarak on bin metre yükseklere çıktığınızda, göreceğiniz dünya böyle bir yer, en basit anlatımı ile. Elbette kör olan gözler bile, bu “Büyük Fotoğrafı” görmek zorunluğunda on bin metreden.
‘NE KA EKMEK, O KA KÖFTE’ DEĞİL Mİ?
Eğer zahmet etmez ve o yüksekliklere çıkmadan siyaset yapmaya çalışırsanız, sadece önünüze konulan ve servis edilen “gerçeklere” bakar durursunuz ve tüm akli yeteneklerinizin sınırı, bu “yapay gerçekler”in sınırı olma zorundadır. İstanbul’un sokak dilindeki deyim gibi “ne kadar ekmek, o kadar köfte” durumudur bu. Silikon Vadisinin meşhur deyimi “Çöp içeri, çöp dışarı” da aynı anlama gelir on bin kilometre ötelerden. Elindeki veri, senin fikrini ve zikrini de belirleyecek demektir bu. O verinin nereden servis edildiği, ne kadar zahmet ederek kazanıldığı, ne tür bir filtreden geçirildiği esas olan konudur burada. Buna en büyük örneklerden birini, bize 6 Şubat depremi ile Tabiat Ana vermedi mi? Eğer yaptığın binaların betonlarına, minimum miktarda çimento, minicik boyutta demir, tahta, gazete kağıdı, çör-çöp doldurursan, Tabiat Ana bir silkenişte yerle bir ediveriyor yaptığınız o yirmi katlı “rezidansları”.
Bu deprem örneğini, kurduğunuz “fikri rezidanslara” da uygulayın. Eğer siyasi tahlillerinizde yeteri kadar çimento bulunmuyorsa, size servis edilen inşaat demiri aslında demir bile değilse, tüm malzemeleriniz sadece makyaj ile parlatılmışsa, inşa ettiğiniz fikri rezidanstan bir umut olabilir mi? İki gün bile ayakta kalabilir mi? Bakınız buna en güzel örneği Meral Akşener vermedi mi? Yirmi dört saat içinde, aylardır inşa ettiğiniz “siyasi inşaatı” hallediverdi, şaşkınlıktan ne yapacağınızı bile bilemediniz. Bir yirmi dört saat sonrasında, ABD’nin fırçası ile geri geldiğinde de, aynı siyasi inşaatınız ikinci kere yerle bir olmadı mı?
ÇÖKEN FİKRİ REZİDANSIN ENKAZINDA KALAN ‘AYDINIMSILAR’
Kahramanmaraş ve Akşener depremlerinin kıssadan hissesine gelince: “Büyük Fotoğraf” aslında o kadar büyük bile değildir. Sadece, biraz zahmet ile etrafa daha dikkatli bakıp, önyargıları bir kenara atıp, her şeyi memleket meselesi olarak görüp, içinizde şöyle veya böyle betonlaşmış, kişilere olan nefretinizin üzerine çıkıp, Türkiye’mizin bir aydını olarak düşünmek yetecektir. Kişiler bugün vardır, yarın olmayacaktır, aynen binlerce senedir yok olan herkes gibi. İnsan olarak hayatımız çok kısadır ama, ülke olarak hayatımız sonsuzluğa kadar uzanacaktır. Bunu akılda tutup, “Büyük Fotoğrafın” minicik bir köşesine kafayı taktığınızda o noktadan etrafta olan-bitene doğru bakamayacağınızı hatırlamanız yeterli olacaktır.
1923’teki Türk aydınınına Neyzen Tevfik’imizin yaptığı şu öğüdü, “Büyük Fotoğrafa” bir türlü bakamayan bu günlerin aydınına da çok güzel yakışmaktadır bizce:
“Dizginin sahtekar elinde olmasın bak, dikkat et.
Çektiğin ızdırapları ibret duası et.
Davran artık, nefsini öğrenmeye sen gayret et.
Kalbini, vatan aşkıyla milli mabed et.
Ayrılık ateşi ile hançerine su ver Türk!”