Çakma
Bu çakma lafı nereden çıktı biliyor musunuz? Oto sanayiden...
Fren balatasının yenisini almaya gücü yetmeyen kamyon sürücüleri, yüzü yıpranmış, balatalara katman çaktırıp yeni gibi kullanmaya başladılar. Bir süre idare etti, ama sonra... Kazalar başladı, çakma fren tutmuyordu. Çaresi, çıkarıp atmaktı.
Sonraları “çakma” bulunduğu yere sonradan tutturulan, kopya, taklit her şey için kullanılmaya başlandı. Gazetecilikte bunun karşılığı embedded, yani iliştirilmiş gazetecilerdi. Bu da ABD’nin Irak’ı işgali sırasında gündemimize soktuğu bir kavramdı. Savaşı sadece ABD cephesinden gören ve bazen kara propaganda yapan gazetecilerdi. Bizde ise bunlara yandaş denildi. Zamanla bunların para karşılığı iliştirilmiş olanlarının dışında bir de para umuduyla kendi kendine ilişenleri çıktı. Hizmet karşılığı ödüllendirildiler. Yandaş dediysek, içlerinde görünüşte muhalefet yapanlar da vardı.
Hakareti, iftirayı yöntem olarak kullandılar, ama sonuç aynı oldu, frenler tutmadı.
Başta Koray Gürbüz ve Erten Acır olmak üzere Gazi kardeşlerim, böyle birine dava açmışlar. Ben onlardan önce açmıştım, şimdiye kadar yazmadım, ama yeri geldi, anlatayım...
Bahçeli’yi eleştiren bir yazımdan sonra bana “çakma gazi” diye saldırdı, “yalan söylüyor, kanıtlasın” diye yazdı... Hakaretlerinin içinde neler yoktu ki; sporcuydum, Türk ordusu ve Kikboks Federasyonu’nun resmi izniyle hakemlik ve antrenörlük yaptım, hudut kasabalarında kahvehanelerden topladığım gençleri sporcu yaptım, mahkeme belgeleri arasında vardı. Arayıp bulmuş, “İşte halkı kandırıyor, yalan söylüyor, kanıtlasın sporcu olduğunu” dedi, her şeye sarıldı, “Hangi okuldan mezun, kanıtlasın” dedi, “Paraşütçüymüş, hafif silah uzmanıymış, yalan” dedi, “Güneydoğu’da hiç görev yapmadı, PKK’ya bir çakıl taşı bile atmadı” gibi ipe sapa gelmez tonla iftira... Fren tutmuyordu. Etrafta ise “Vay alçak, demek öyle imiş” diyen, taşlamaya hazır bir klavye ahalisi... Afganistan’da kuyuya gömülmüş kadını taşlar gibi başladılar beni recmetmeye...
Verdim mahkemeye. Kara Kuvvetleri’nden dosyalarım bile getirilip incelendi, 20-25 yıl önceki belgeler, görev emirleri, takdirler, ödüller, hastane raporlarım didiklendi. O celse bu celse derken mahkeme hem tazminat, hem de adli davadan mahkûm etti bunu, itiraz hakkı bile vermedi. Karara yazdı: “Bu adam uzun süre terörle mücadele de etmiştir, gazi unvanını da kullanabilir.”
Çileye bak, kıymetli okur... Savaştık... Hastanelerde de, hapishanelerde de yattık, ama kendimizi kanıtlamak için de mahkeme kararı aldık. Yetti mi? Hayır...
Bu, duramadı “Davayı geç açtılar, zaman aşımı var” diye koştu AKP’li Adalet Bakanı’na, sözde AKP düşmanıydı ama Bakanlık her nedense(!) hukuku da çiğneyerek cezaların birinden kurtardı bunu...
Neyse... Bakınız, iğrenç ifadelerle gazilere saldıran, adları bile anılmayacak zavallıları değil, bir karakteri anlatıyorum... Kim varsa hakaretten geçinen, karalamadan, iftiradan tiraj devşiren; kim varsa saldırarak var olmayı, onu bunu paçasından ısırmayı yaşam biçimi, yazarlık-gazetecilik yöntemi haline getiren, hepsinden söz ediyorum... Bunların sokak versiyonu da, gazilere saldıran o iki sefildir...
Zavallıdırlar, nefret doludur içleri... Hepsini birden çıkarıp atsan, attığın yeri kirletirler, ve bu sıra, çok var onlardan...
GÖRÜŞME
Başbakan Binali Yıldırım, ABD’ye gitti. Önce parklarda-bahçelerde dolandı. Soranlara, “Eski sorunları geride bırakmalıyız” dedi. Eski sorunlar şunlardı: ABD, Türk ordusunun başına çuval geçirdi, orduya kumpas kurup komutanlarını hapsetti, kozmik odalarına girip savaş planlarını çaldı, hendekler kazıp mayın ve bombayla doldurdu, Türkiye’yi bütün komşularıyla düşman etti, IŞİD’i doğurup ortalığa saldı, PKK’ya 3 bin 500 TIR silah verdi, Irak ve Suriye’yi bölüp ikinci İsrail kurmaya kalktı, 15 Temmuz ihanetini organize ederek doğrudan Türkiye’ye karşı silah kullandı, kaçak FETÖ’cülere kucak açtı...”
Bizim başbakan bu sorunları unutmak için ABD Başkan Yardımcısı Pence ile görüştü. Türkçe okusan, ya pençe, ya pense, ikisi de sıkıştırmayı çağrıştırıyor. Artık orasını da anladınız sanırım, kendini parklara-bahçelere vurmasından belliydi... Neyse, muhterem Başbakanımız çıktı görüşmeden, “Samimi, dürüst ve verimli bir görüşme oldu, ABD PYD’ye (PKK) verdiği silahları daha iyi takip edecek” dedi, bir de “sonsuz diyalog” olacakmış bundan sonra...
Anladık ki, görüşmenin dürüst ve samimi kısmı PYD’ye silah verilmeye devam edileceği, verimli kısmı ise verilen silahların iyi takip edileceği idi... Yani bundan sonra PKK’dan ele geçen ABD silahlarında numara bulamayabiliriz mesela.
Binali Bey’in bunlara fit olacağını parkta dolaşırken söyleyince Ruslar da açıklama yaptı, “Suriye Ulusal Birlik Kongresi’ne Kürtler de (yani PYD/PKK) katılsın...”
Yani... Başbakan ABD’ye gitti... Ama farkında değil, Türkiye gitmiyor...
ŞOK
İngilizler 1918’de Kerkük’ü işgal ettiklerinde Şeyh Mahmut Berzenci bunların emrine girdi. Kürdistan kralı olmayı umuyordu. Sonunda sürgünde ölmeden önce, “İngilizler sözünü tutmadı” dedi.
Bunun siyasi mirasçısı Molla Mustafa Barzani, kendi ülkesine karşı ABD’ye yamandı, o da ortada bırakıldı. Sonunda Başkan Carter’a ve Kissinger’a mektuplar yazıp yalvardı, ama cevap bile alamadı, “ABD’nin sözüne kandım” dedi.
Bunun da oğlu Mesut Barzani, tıpkı babası ve dedesi gibi Irak’ı işgal eden ABD’ye yanaşma oldu. Oğlunu Amerika’da okutunca, farklı bir kaderi olur sanıyordu. CIA tarafından eğitilen oğlunun emrindeki “Peşmerge Asayiş” denilen çapulcu sürüsüyle Kerkük’te terör estirdi.
Sonunda Türkmen başını kaldırınca bir gecede Erbil’e canını zor attı. Kendisini “Haydi baba, yapalım şu referandumu, ABD-İsrail arkamızda” diye gaza getiren oğlunu bütün görevlerinden aldı, ama iş işten geçmişti. Aile geleneğini bozmadı, “ABD’nin sessiz kalışına şok oldum” açıklaması yaptı.
Önümüzdeki bir asır boyunca, aynı tarih tekrarını, Mesrur ve adı henüz belli olmayan müstakbel Barzanilerden de bekliyoruz, rutin bir doğa olayı gibi... Bunlar yine şok olurken biz o vakit de şaşırmayacağız...