Calvino’yu dönüştüren neydi?
Italo Calvino, İtalya’nın savaş çağına tanıklık etmiş bir yazarı. Gençliğinde anti-faşist harekete katılmış bir eylemci. 16 yaşındaki Calvino, faşist Mussolini ordusunun çağrısına uymaz, partizanlara katılır. Cephede savaş onu uyanış bilincinin ötesine taşır.
Bu Ligurialı genç toplumuyla da orada yüzleşecektir. Onun partizanlık deneyimi direniş ruhuyla birlikte insana/topluma dönük bakışında da etkili olur. İlk karalamalarındaki uçuk havadan uzaklaşıp olup bitene ironik bakmayı önceler. İlk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika (1947) döneminin tanıklığıyla birlikte, Calvino’nun edebî bilincinin ilk yansımalarını getirmesi bakımından önemlidir. Kedisi de, yıllar sonra dönüp romanını okuduğunda şunları söyleyecektir: “Onu kendi yapıtlarımdan biri gibi değil de, daha çok, İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, bir çağın genel ikliminden, ahlaki bir gerilimden, bizim kuşağımızın benimsediği bir edebiyat beğenisinden anonim olarak doğmuş bir kitap gibi okuyorum.”
Ardılı süreçte kaleme aldığı “Atalarımız” üçlemesinin önünde duran Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü romanı ise toplumsal yergiyle birlikte onun çağsayıcı bakışının ironisiyle yüklüdür. Bireyin düşkün olma durumunun yansılarını apayrı bir pencereden getirip sunar okura. Komünist Partili Amerigo Ormea’nın gözlemevine ağanların bize anlattığı gerçeklikler her dem sorgulayıcılığı içerecek zenginliktedir. Yazarın insan-toplum ilişkisine/çatışkısına bakışındaki insani söylem her dem için taşıyıcıdır.
Calvino, gerçeği bir bakış/sorgu odağı kılmak için değil; insanın varoluşunun ayrılmaz yanlarını da buna katarak aydınlatmayı seçer. Öyle ki; neredeyse tümüyle fantastik gerçekçi bir bakış/biçimle kurduğu İkiye Bölünen Vikont (1951), Ağaca Tüneyen Baron (1957), Varolmayan Şövalye (1959) onun tarihsele dönerek aslında bugünü anlatma kaygısı/çabasının örneği olarak öne çıkar.
Evet, dönemin havası onu etkiler. Savaştan çıkmış ama “Soğuk Savaş”ın rüzgârlarına da teslim olmuş bir İtalya vardır. “Yeni Gerçekçilik” dalgası sanatın her alanında bir arayış/verimlilik içindedir.
Yerleşik anlayışı sürdüren kurgu edebiyatının dışında bir söyleyişin arayışındaki Calvino; İtalyan Masalları’nı derleyip yayımlamıştır. Bunun etsinden kopamadığı gibi, Doğu ve Batı masallarının izini sürmesi onda yeni bir ufuk açıştır. Nizamî’nin İtalyancaya çevrilen Yedi Prens’i için yazdığı bir yazıda şunun altını çizer: “Bu sözel örgünün işlemeleri öyle zengindir ki, Batı edebiyatlarından koşut örnekler arayışı, doğal olarak, Ortaçağ izleklerindeki benzerliklerin ve Ariosto ile Shakespeare Rönesans’ının zengin düş gücünün ötesine geçip daha yüklü barok yapıtlara girmemizi gerektirir.”
Kendisinin de mitik dünyalarına yönelmesi, anlatısını barok bir yapı üzerine kurması onun yaşadığı zamanın ruhundan koptuğu anlamına gelmez.
Okuyun bu üçlemenin her bir yapıtını, dönüp dünyanın gidişatına ve Türkiye’nin şu alacakaranlık görünümüne bakın sevgili okurum. Kimin “Varolmayan Şövalye” gibi ortalarda gezindiğini, kimin “Ağaca Tüneyen Baron” olarak olup bitenlerin seyrine yukarıdan baktığını, kimin “İkiye Bölünen Vikont” olarak ortalığı toz dumana katmakla, kendi parçalanmışlığına ne tür bahaneler yarattığını göreceksiniz eminim.
Calvino, 1960’ta, Varolmayan Şövalye için yazdığı “sonsöz”de şunu söylemişti: “Ben öyküyü varlığını insan olarak gerçekleştirme oylunda bir deneyime, varlığın fethedilişine dönüştürmek istedim. Aynı zamanda ‘açık’ diye adlandırılan türden bir öykü olsun dedim; her şeyden önce, görüntülerin mantık çerçevesinde birbirini izleyişinden dolayı, bir öykü olarak ayakta dursun, ama gerçek yaşamına, okuyucuda uyandırdığı ve önceden kestirilemeyen soru-yanıt oyunlarıyla başlasın istedim.”
İnsanın benliğini yitirmesine dönük çağının sanrılarına karşı bir duruş/bakıştır onunkisi. Anlatıcı olarak kendini dönüştürdüğü yer insanlığın vardığı yerdir. Çünkü o, yazıya/edebiyata fotoğraf çekmenin ötesinde bir işlev de yüklemenin gerekliliğine inanan bir anlatıcıdır.