Can kulağıyla HDP’yi dinlemek
CHP milletvekili Tuncay Özkan cezaevinde ziyaret ettiği Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’nin birliği, bütünlüğü, adalet, özgürlük ve barış için müthiş düşünceleri olduğunu ve Türkiye’nin Demirtaş’ı can kulağıyla dinlemesi gerektiğini duyurdu. 7 Haziran genel seçimi öncesindeki mitinglerde Apo’nun heykelini dikeceklerinin “müjdesini” veren Demirtaş’ın, Özkan’a yeni müjdeler vermiş olduğu anlaşılıyor.
Tuncay Özkan’ın HDP’ye verdiği bu büyük önemin kişisel bir tasarruf olmadığını söyleyebiliriz. CHP ile HDP arasındaki flörtün evveliyatı var. CHP bu partiyi Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcisi olarak görüyor. Bu nedenle 7 Haziran seçimleri öncesinde HDP’nin Meclis’e girmesi gereği bizatihi Kılıçdaroğlu tarafından dillendirilmişti. Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarında da CHP ve onun etkisindeki kuruluşlar, HDP ve onun müttefikleriyle yan yana gelmek konusunda oldukça istekli davrandılar. Oysa HDP ile yan yana görünmek, Türkiye’de siyaset yapmak isteyen bütün kuvvetler için kaybetmeye mahkûm olmak anlamına geliyor. Çünkü HDP, kendisinden önceki Kürt milliyetçi partileri gibi, PKK ile organik ilişkisini koparmış, bağımsız bir etnik parti olmayı hiçbir zaman başaramadı.
Gezi parkı olaylarıyla başlayan Haziran ayaklanması sürecinde, Abdullah Öcalan’ın BDP’ye verdiği talimat sonucu Türkiye’nin batısındaki sol birikimi de kucaklamak ve bir “Türkiye partisi” olmak amacıyla kurulan HDP’nin birkaç sol grupla kurduğu ittifak, onu Türkiye partisi yapmaya yetmedi. Aksine diğer sol grupçuklar, HDP’nin ana gövdesini oluşturan Kürt milliyetçiliğinin ideolojik hegemonyası altında hizaya girdiler.
HDP projesinin demokratik siyasetle bütünleşme açısından uğradığı başarısızlık, bu partinin gerçekte “kimin” projesi olduğu sorusunun cevabından bağımsız değil.
Abdullah Öcalan, PKK’nın silahlı mücadelesinin nesnel sınırları olduğunu çok erken tarihlerde anlamıştı. 600 bini aşkın personeli ve bin yıllık devlet geleneği olan bir düzenli orduyu on beş-yirmi bin gerillanın yenme şansı yoktu. Kurtarılmış bölgeler yaratıp, gerillayı zaman içinde düzenli bir orduya çevirmenin ise ne siyasal ne toplumsal koşulları vardı.
Kürt devleti mücadelesi eninde sonunda Türk siyasal yaşamının meşru ölçüleri içinde kendisine bir yer açmak zorundaydı. İşte kurulan etnik kimlik partileri bu arayışın bir sonucu olarak PKK tarafından görevlendirilmiş kadrolar eliyle hayata geçirildiler. Bir başka deyişle PKK’dan bağımsız hareket etme, silahlı mücadeleyle aralarına mesafe koyma ve Kürtlerin meşru, demokratik siyasal temsilciliğini üstlenme şansını daha en baştan tepmiş projelerdi bunlar.
PKK’nın yasal partilerinin işlevi, terör örgütünün eylemlerinin haklı ve meşru olduğunu bütün topluma izah etmek olacaktı. PKK, Güneydoğu’ya vatani hizmetlerini yapmaya gitmiş Mehmetçiği vurarak ülkenin diğer kesimlerine ateş düşürürken, yasal partisi “Türklerin bunu anlamaları gerektiğini” söylemekteydi. “Evet, benim oğlum, faşist devletin askeri olmayı kabul ettiği için, böylece Kürt halkına yapılan zulmün bir parçası olduğu için öldürüldü. Şehit değil, niyazi oldu. Onu vuranlar haklıydı” diyecekti insanlar. Böylece Türk halkı, gerçeklerle yüzleşecek, Kürt milliyetçi partilerine hak verecek. Bu partiler kitle desteği kazanacaktı, barış gelecekti.
Arkada kalan on yıllar, Türk milletinin Kürtlerin demokratik haklarının verilmesi açısından bir sorununun olmadığını yeterince göstermiş olmalıdır. Ancak PKK merkez komitesi, yaptığı açıklamalarda kendisinin iktidar olmadığı hiçbir yerde Kürtlere hak verilmiş sayılamayacağını ilan etmektedir. Bu koşullarda meselenin bir demokratik hak meselesi değil, egemenlik meselesi olduğu açık. Egemenliğin ise siyaset biliminde tek bir tanımı var: bir siyasal gücün kendisinden daha üstün veya kendisine denk bir başka siyasal güç tanımaması durumu. Bunu sağlamak için PKK’nın örgütlü silah kullanma yetkisini kendi tekelinde tutması yani devletleşmesi gerekiyor. PKK, “ben devlet değilsem, Kürtler özgür değildir” demiş oluyor.
Dünyada da örnekleri var. Bir siyasi hareket gelişmesinin belli bir aşamasında silahlı bir örgüt kurabilir. Bu tür durumlarda, siyaset silaha hükmeder ve onu bir araç olarak kullanır. PKK ise en başından itibaren silahlı bir örgüt olarak kurumsallaştı. Dolayısıyla HDP örneğinde siyaset silaha hükmetmiyor, tam tersi oluyor. Silah siyasete hükmediyor ve onun sınırlarını belirliyor. Yani Kürt etnik partileri, devletleşmek isteyen silahlı bir gücün, kendisine meşru parlamenter siyaset düzleminde bir cephe açma stratejisinin uzantısı olmaktan çıkamıyorlar. Türkiye içinde Kürtler başta olmak üzere çeşitli etnik gruplar ve kimlikler için haklar talep eden partiler oldukları iddiası, hep arka plandaki PKK’nın devletleşme siyasetinin ihtiyaçlarına dayanıyor ve geçersizleşiyor.
Bu nedenle HDP yöneticileri PKK’ya silah bırakma çağrısı yapmıyor, bu çağrıyı yapmaları istendiğinde küçümsüyor ve dalgalarını geçiyorlar. PKK ile arasına gerçekten mesafe koyarak kendisini parlamenter zeminde tanımlamaya yönelen, bir başka deyişle PKK’nın merkezkaç etkisinden kurtulmaya dönük sahici adımlar atan bir HDP yöneticisinin PKK tarafından ortadan kaldırılma ihtimali yüzde yüzdür.
Son örneğini Tuncay Özkan’ın Demirtaş “müjdesinin” ve 1 Mayıs kutlamalarındaki manzaranın oluşturduğu CHP’deki HDP sevdası, yüzde yirmi beşe çakılmış gibi görünen bu partinin ittifak ve güç toplama arayışı ile bağlantılı bir siyasal strateji ile ilişkili görülebilir. Ama iyi bilindiği üzere, siyasette iki kere iki her zaman dört etmez. SHP’nin 1991 genel seçimleri öncesinde PKK’nın yasal partisini ittifak yaparak Meclis’e taşımasının faturasını nasıl ağır biçimde ödediği biliniyor. Meclis’e çeşitli kimlik gruplarının kültürel hak ve demokratik katılım taleplerini taşımakla emperyalist işbirlikçisi bir terör örgütünün yasal temsilcilerini taşımak arasındaki çizgi hiç de ince değildir.