Caymaz diye biri
Bugündü biliyorum, 18 Ekim 1977; gelgelelim nasıl bir gündü hatırlamıyorum, nasıl hatırlasın Caymaz, imkân mı var! Daha o ilk anda ciğerine dolan hava kim bilir ne kadar yakmıştı canını. İnsan can acıtarak, canındaki acıyla, ağlayarak açıyor gözünü dünyaya. Bu dünya bir pencere, her gelen bakar geçer, diyordu türkü değil mi Oltulu Bahir Ağabey. Bu türkü işinden bir Doğu Perinçek çok iyi anlar, bir de sen...
Eh Caymaz da görmeyi iş edinmiş değişik bir adam; görmesi, bakması için doğuyor böylece. Doğmak başlı başına saldırıya uğramak. Hoş geldin bebek, diyordu Nâzım, “yaşama sırası sende, senin yolunu gözlüyor, kuşpalazı, boğmaca, kara çiçek, sıtma, yürek enfarktı falan...” Bunca yıl içerde yatıp çıktıktan sonra “fevkalade memnunun dünyaya geldiğime” diye umutlu şiir yazmış şair, doğan bebek için yazdıklarında neden bunca umutsuz acaba? Belki de doğmak değil, yaşamak umutlu bir iş olduğundan... Attilâ İlhan da bu yüzden inadın tabanca gibi koltuğunun altında, yaşamakta direnmek ne demek biliyor musun, diye sormaz mıydı eski bir şiirinde.
Ah sen kardeşim, hep şiir değil mi Caymaz! İşin gücün bu senin. Sanki beş bin tane yazdın da bunca düşkünsün şairlik mesleğine. Oysa öykü yazmayı daha çok seversin, roman, şu bu, deneme... Deneme de neymiş diye sormazlar mı adama! Bu yaşa geldin halen deniyorsun; halen deneme demezler mi! Verilecek cevabın var her şeye! Alnı açık birisin. Fakat şairlik de senin sırat köprün, kader kapın herhalde. Galerici olaydın, fabrikatör, moda tasarımcısı veya bazıları şanslı doğar, o şanslı doğanlardan; farklı işin olurdu muhakkak. Olmadı. İstemedin, seçmedin. Gerek yok diyerek!
Kendini bildi bileli Caymaz, hayat denen şiirde dolaşıp insanı ürperten seslere tutkundur. Gizli seslerdir bunlar bilsen. Nerval’in bir hava bilirim dünyalara değişmem deyişi gibi öyle sever ki bu seslerin havasını. Aslı’da duyar mesela: Yıllar geçiyor değil mi, geçecek de, “her günü dünya kokan bir kavun dilimi” onun sayesinde, Londra’da bir sabah, ucuz bir pansiyonda duymuşlardı birlikte, Paris’te Politeknik’in orada, Sorbonne’un arka yanına düşen dağınık sokaklardan birindeki küçük kırtasiye; Hint Okyanusu kıyısında şeftali rengi akşam, sular çekiliyor, uçurtmalar var; Rodos adasında bir dağ köyünde, ninesi bizim Kurtuluş’ta doğup büyümüş şarap satıcısıyla sohbet ederken, derken yolda küçücük ayazmalar); Nar’da da duyar ara sıra Caymaz sesleri; bir de iyi şiirlerde... Daha ne, böyle biridir işte!
Ses denilince geceleri şehre inip gezinen bir vaşak, koyu tüylü, laciverdi; küçük bahçeler sonra, sonra apartman aralıklarında falan, öyle bir sestir ki eskiden oturduğu evlerin birinde, demirli pencerenin önünde Proust’u bitirmişti, eskiden oturduğu evler... O ses çınladı durdu yaşam boyu içinde, “bir silahın yankısı gibiydi, gözlerden, omuzlardan, bir hale”; onca şey, onca şeydir ama bir sevdayı yarattı giderek; sonra ilkokul kuşları, sarı solgun sayfalar sonra, geceleri sabahı bekleyen odalar, “umutsuz bir insan haindir” diyen Romain Gary sonra. Yazamadığı zamanlarda açıp baktığı bir fotoğrafı Gary’nin. Oralardadır Caymaz; nasıl cayılır ki bunlardan; cayılamaz.
18 Ekim 1977 tarihinde doğmuş, yıllar evvel bugün. Nasıl korkak olur insanın küçüğü, nasıl yalnız, savunmasızdır. İnsan ne kadar muhtaç bir canlı. Başka çoğu canlılar doğmaz böyle, birkaç gün içinde gelir kendine. İnsan öyle değildir. Hep bir şey bekler başkalarından, ister... Aileden, ocaktan, toprağından bekler insan. Muhtaç. Oysa erkenden çıkıverdi ocağından Caymaz, sırtına vurup heybesini; bir gemi, yağız beyaz bir at, İnce Caymaz; bir ova sonra, deniz, saçları dağlardan bir eşkıyaydı gençken. Şimdiyse hiç olmayan evine geri dönmüş, Sait’in Haritada Bir Nokta hikâyesinde, hikâyedeki kahvede, kıyıdaki balıkçılara bakıyor ne güzel, arka sıraların birindedir, adaçayı içmekte. Kimle mi; ne bileyim ben. Bulmuştur yine birileri, bir adamlar, yalnızlar, bir şeyler anlatacak birileri. Demek ki çekip gitmiştir sokağa. Sokaklar onun, o sokakların...
Tunalı Hilmi’de bir otel vardı bir de, en üst katta küçücük bir yemek salonu, papyon takan bir garson vardı, ben de gider hep en köşede, caddeye bakan masaya otururdum. Gözel Cemil arardı; Zorcu Yaman arar, ne yaptın reis, gelmiyor musun derdi; derken gün devrilirken Ekinci Pınar Hoca arardı gelsene diye. Giderdim ben de. Şairlerin çok kimsesi yoktur. Bütün dünya onlarındır da, ondan işte...
18 Ekim 1977. O gün nasıldı hava? İnsan yaşarken bilmez yaşadığını, diyordu İlhan Berk, şair. Göçüp gitti. Anlatacağım yeni romanında onu da. Başka bir şairse, küçük dayım sayılır, neden öyle sayılır bilinmez ama öyle, Edip Cansever’den söz ediyorum canım, şöyle yazıyordu en sevdiğim parklardan olan Umutsuzlar Parkı şiirinde; bir Kuğulu Park, bir Umutsuzlar Parkı zaten: “İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli / Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli.”
Kırk üç yıl önce bugün merhaba demiş dünyaya bu fakir. Rahat, sıcak bir selam! Şaşkının teki olduğumdan karışmış yıllar. Kırk iki bitti sanıyordum kırk üçmüş, dörde doğru ilerlemişim. İki dört yan yana. Kırk ve dört. 4 – 4. Dört eksi dört diye düşünsen: “Sıfır”; son romanımın adı. Ne çok uğraşmıştım yazmak için, kim bilecek! Yokluk mu sıfır, ben dediği boşluk mu insanın? Dörtle dördü toplasan, sekiz. Azıcık yan çevir sonsuz. Sıfır ile sonsuz arasında kalmıştır ben. Ben, bir başkasıdır demişti başka bir şair. İnsan bunu dedikten sonra terk etmelidir şiiri, zaten etmiştir.
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli demiş Edip Bey. Bildim şairim, bugün doğmuşum ben de.