Cesaretli ustalığın şairi: Ülkü Tamer
İkinci Yeni’nin “takipçisi” olan, özellikle 1980 sonrasının ozanları, onun imge yaratma zenginliğini çarpık bir düzlem içerisinde ördü ve kendine özgü bir biçimi olmayan şiire ulaştı. Böylece, şiirde anlam yerle bir edildi. Şiirsel anlatımın soyutluğu, toplumdan soyutlanmanın bir yansıması hâline geldi ve şiir çok renklilik görüntüsü altında tek renge indirgendi. Oysa İkinci Yeni’nin ustalarının şiirleri gerçekten çok renkliydi. Şiir, hem ateş rengiydi hem mavi hem de beyaz. Bu renklerin beslendiği canlı bir kaynak vardı: İnsanlığın heybesinde yeri olan dünyanın dört bir yanındaki yazınların, coğrafyamızdaki yapıtların, sözgelimi Dede Korkut Hikâyelerinin, Ölü Deniz Parşömenlerinin ya da Yunus Emre’nin, Kaygusuz Abdal’ın ortak kaynağı... Şiiri ve her şeyi büyük özlemlerin yatağında devinime zorlayan ateş renginin kaynağı... Yaşayan, nefes alan bir şiir…
Üç sene önce, 9. Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nü Ülkü Tamer’in “Bir Adın Yolculuktu” eserine veren seçici kurulun ödül gerekçesindeki, “Batı şiiri birikimini ve halk şiirimizin köklü motiflerini kullanarak özgün bir şiir geleneği” oluşturmak, “şiir diline yeni bir derinlik kazandırmak” vurguları, Ülkü Tamer şiiriyle kısıtlanmaksızın, şiirin soluk alıp verdiğine örnektir. Aslında bu, Muzaffer İlhan Erdost’un, İkinci Yeniciler için yıllar önce yaptığı, şiire ve dile yeni olanaklar, söyleyişler getirdiler tespitinin süren, geleceğe ulaşan, yarının şiirinin çatısını ayakta tutan nesnel boyutunu da kanıtlamış oluyor.
Ülkü Tamer, bir röportajında, sürekli şiir yazan biri olmadığı hâlde, şiiri sürekli yaşadığını söylüyor. Şiiri sürekli yaşamak, şiirin yaşaması… Bu ikisi arasında kopmaz bir bağ olduğu anlaşılıyor. Özgün bir şiir geleneği ve derinlikli bir şiir dili yaratmanın, düşünce ile şiir arasına köprü kurmakla ve geçişleri bir disipline bağmakla mümkün olabileceğini söyleyebilir miyiz? Bilim ve Ütopya dergisi, Kasım 2015 tarihli sayısının kapak sloganını “Düşüncenin Şiiri İkinci Yeni” olarak belirlemişti; çok isbetliydi. Yanılmıyorsam, “düşüncenin şiiri” tanımının mucidi Özdemir İnce. İnce, bu tanımla, düşüncenin mantığını şiirin özel mantığı sayıyor ve İkinci Yenicilerde şiirin, düşünceyi fikirden, mantığı da günlük mantıktan ayırt eden zekâlar için olduğunu söylüyor. “Düşüncenin şiiri”, yaşayan şiirdir; Ülkü Tamer yaşatma ustası, şiiri…
KENDİNİ TEKRARLAMAYAN ŞAİR
Ülkü Tamer şiirinde emek dönüştürücüdür. Emeğin dönüştürücü edimi, şiirin anayurdunda uçsuz bucaksız bir değere evriliyor. “Yazdıklarımın birbirini tekrarlamasından çok korkuyorum”, demiştir. Emeğin işlerliği ve şiirin anayurdunun kattığı değer, şairin, hayatı çözümleyen diyalektiğini şiirine sıçratan dayanak oluyor ve yaşayan, geliştiren, değiştiren bir yolculukla kenetleniyor. Ortaya kendini tekrarlamayan bir ozan çıkıyor.
Onun şiiri cesaretli bir ustalığın ürünüdür. Böylece; şiirin alanı asla daralmıyor. En çekindiği şey “korkulu ustalık” olduğu halde, bu çekingenliğin yersiz olduğu, acemilik peşinde koşmasının, aslında, ustalık erdemini yansıttığı anlaşılıyor.
Doğrultusu belirlenmiş, programı olan bir akım olmamasına rağmen, genel algı bu yönde olduğundan, İkinci Yeniye hep “kentsoylu” şiiri denilmiştir. Ülkü Tamer şiiri, bu yargıya bir parantezdir. O, kendi kaynağından, kendi toprağından beslenmesini de bilmiştir. Şiirindeki zenginlik, coğrafyasının zenginliğidir: Karacaoğlan’dan Seyrani’ye uzanan bir şiir görgüsü, Antep’in yerelliğinden anglo saxon edebiyatını kucaklayan bir derinlik…
İkinci Yeninin suya sabuna dokunmayan şairlerinin dışında, toplumla ve toplumsal olaylarla bağı olan şairlerinin şiirlerinde bir emekçi duyarlığı vardır. Örneğin Cemal Süreya'nın, “Anası satılsın burjuvazinin” dizesi çarpıcıdır.
Soner Yalçın, Edip Cansever’in en çok ailesinin zenginliğinden utandığını söylüyor. Bunun nedeni Cansever’in emekçi duyarlığıdır. Yaşadığı dönemde, emekçi sınıfların kent yaşamının getirdiği bunalım içerisine sıkışması ve yoksullaşma, Cansever’de burjuvaziye hınç doğurmuştur. Cemal Süreya gibi Edip Cansever de, yeri geldiğinde burjuvaziyi nükteli bir dille alaya almaktan, aşağılamaktan kaçınmaz: “Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar/Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.”
Ülkü Tamer de aynı gelenektendir. Yaratıcılığını çocukluğuna borçu olduğunu defaatle söylemiştir. Varlıklı bir ailenin çocuğunun imkânlarına sahip olmamak, yoksul çocuğun yaratıcılığını besleyen bir olgudur: “Yaratıcı olmak mecburiyetindeydik…”
Kapalı bir yaşamı olmamıştır hiç. Zaten, en sevmediği yazar tipi, kendisini dört duvar arasına kilitleyendir. Ülkü Tamer, “bakkaldan manava, ganyan bayiinden eczacısına kadar” insanların içindedir; toplumla kopmaz bağları vardır.
Şiirinin bir kaynağının da bu olduğu söylenebilir. Emekçi duyarlığı buradan mı beslenmiştir? Şiiri topluma, anayurduna, halk geleneklerine, düşünceye kopmaz iple bağlanmıştır.
Ülkü Tamer şiiri meselesi olan, coşkun ve büyük bir nehirdir. Kimileri çalı-çırpının arasında o nehri görmüyor olabilir. Ama körler görmese de o nehir vardır, akmaktadır. Ülkü Tamer yaş aldıkça o nehrin coşkunluğuna coşkunluk katıyor.