Çevrenin siyaseti
Çevrecilik hareketi, insanlığın ve her bir milletin önüne bütüncül ve özerk bir gelecek programı koyma yeteneğine sahip değil. Varlığı ve etkisi diğer ideolojik geleneklere eklemlenmesine bağlı. Sosyalist bir çevrecilik haline dönüştüğünde, insanlığın geleceğine dair sözünü sosyalizmin amaçlarına uygun biçime dönüştürmek zorunda. Sosyal demokrat çevrecilik haline geldiğinde, batının emperyalist siyasetinin ihtiyaçlarına göre biçimleniyor. Anarşist çevrecilik ise bir karşı-kültür halinde modern topluma karşı ikiyüzlü bir tavra dönüşüyor.
19. yüzyıldan önce insanın doğal çevresine geri dönülmez ölçüde zarar vermesi mümkün değildi. Teknoloji henüz o kadar gelişmemişti. Bu nedenle insanlarda bir çevre bilinci ortaya çıkmamıştı. Ancak insanlığın gelişmesinin belli bir aşamasında çevre duyarlılığının ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü insanoğlu, diğer canlılardan farklı olarak, kendi toplumsal varlığını doğayı denetimi altına alarak kurdu. Tarih, insan-doğa ve insan-insan çelişmesiyle ortaya çıkan hareketin adıdır. İnsan tarih yapan canlıdır. Başka bir insanlık hali olarak, ilk(s)el kabilelerde olduğu gibi, doğayla olabildiğince uyum ve bütünleşme içinde adeta tarihsiz şekilde yaşamayı savunanlar da olmuştur. Ancak insanlığın büyük kısmı esas olarak, toprağa yerleşme, servet biriktirme, ticaret, mülkiyet, devlet, sınıf mücadeleleri vb. üzerinden ilerledi. İnsanoğlu, kendisini doğanın içinde değil, karşısında konumlandırmıştır. Onu üretim, bilim ve teknoloji aracılığıyla denetim altına alırken kendisini de değiştirmektedir. İnsan, tarih yaparak insanlaşmaktadır.
Bu nedenle Fransız Devrimi’ne itiraz eden muhafazakârların kapitalist modernleşmeye karşı toprağı ve pastoral yaşamı yüceltme çabaları, insanlaşmanın genel gelişme doğrultusuna aykırıydı. Yenilmek zorundaydı, yenildi. Doğaya dönüş özlemleri, 19. yüzyılda Henry Thoreau gibi romantik anarşistlerin evinini yakınlarındaki ormanlık alanda yaşama türünden fantezileri dışında pek dikkat çekmedi. Kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı kaygılar vardı. Ancak bunlar çevre ve doğa odaklı olmaktan çok bilimin kontrolden çıkarak, insanlığın başına bela olabileceğine ilişkindi. Kapitalist modernleşme, insanın doğayı denetim altına alma mücadelesindeki başarılarına, özellikle 20. yüzyıla gelindiğinde, emperyalist saldırganlık, dünya savaşları ve toplumsal eşitsizlikler gibi başlıkların yanına nükleer dehşet ve çevre kirliliği gibi büyük başarısızlıkları eklemişti. Bir önceki yüzyılda muhafazakârların ümitsiz doğaya dönüş çağrısı bu kez anarşizme eklemlenmiş olarak ortaya çıktı.
1960’lı yıllarda batı gençliği içinde modernlikten kaçışı simgeleyen bir karşı-kültür ortaya çıktı. Doğayla barışık yaşamı simgeleyen hippilik, çevre ve hayvan duyarlılıkları, uyuşturucuya övgü ve her çeşit isyana saygı bu kaçış kültürünün gündemini oluşturdu. Doğaya ve çevreye saygı temelinde ilginç ve kaotik bir manzara ortaya çıkmıştı. Batılı ülkelerde yükselen çevre bilinci bir taraftan gerçek ve haklı nedenlere dayanırken, diğer taraftan insanın kendisini doğa karşısında konumlanarak inşa ettiği gerçeğiyle savaşıyordu. Çünkü anarşist kaçış kültürünün önerdiği şey, ilkelliğe özenen komünler kurma, sanayileşmeden vazgeçme gibi garipliklerdi. Üstelik bu mücadele sırasında modernliğin bütün teknolojik imkânlarından yararlanılıyordu. Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi sonuç, çevrecilik hareketlerinin kısa süre içinde emperyalizmin çıkarlarına eklemlenmesi oldu. Anarşist veya sosyal demokrat hareketlere eklemlenmiş çevrecilik, 1990’lara gelindiğinde batılı ülkelerin çevre kirliliğinin baş sorumlusu olarak kendilerini değil, sosyalist ülkeleri ve ulusal kalkınma çabası içindeki üçüncü dünya ülkelerini göstermelerine hizmet etti. 1990’larda Sosyalist Enternasyonal bu yönde kararlar aldı.
İnsan-doğa ilişkisinin hareket yönüne bakıldığında, doğayı denetim altına alma süreci bundan sonraki yüzyıllarda tamamlanacağı söylenebilir. Yani denetim dışında, keşfedilmemiş “doğa”nın özerklik alanı gitgide daralacak. Bu nedenle mesele şu iki konuda insanlığın kafasının berraklaşmasını gerektiriyor. Birincisi, gezegeni kapitalizmin kar güdüsü uğruna geri dönülmez ve yerine konulmaz biçimde yok etmeksizin, doğayı gerçeğine en uygun ve yakın biçimde nasıl yeniden-üretebiliriz? İkincisi, her bir ülkenin yurttaşlarının gelişme, kalkınma ve refaha erişme haklarını çevreye duyarlı olma maskesi altında, emperyalist reel politikanın baskılarından nasıl koruyabiliriz? Birinci soru bir üretim biçimi olarak kapitalizmin sorgulanmasını, ikincisi ulusal düzlemde tam bağımsızlığı savunmayı gerektiriyor.